Mustafa Kemal’in Birinci Meclisi açış konuşması bir kitap oluşturacak kadar uzundur. Mustafa Kemal bu konuşmasında; Meclisin kuruluşunu aşama aşama değerlendirir ve belgelendirir.

 Amacı, milli vicdanın büyük iradesini yansıtan “ulusal egemenliktir”. Bu konuşmasında egemenliğin anlamını açıklar: “ Bütün sorunların çözüm yeri, Meclistir” der. Mustafa Kemal yirmi defa Meclisimizin açılış konuşmasını yapmış ve yirmi defasında da ulusal egemenliğin tanımını pekiştirmiştir. Ulusal egemenliğin skolastik düşünceden kurtuluşun tanımı olduğunu anlatır. Akılcılık ve aydınlanma düşüncesinin hareket noktasının ulusal egemenlik olduğunu söyler. Ulusal egemenliğin hiçbir kötü yönetime sabır göstermek zorunda olmadığını belirtir. Ulusal egemenlik millet olma bilincine ulaşan toplumlar için söz konusudur. O bakımdan Cumhuriyet projesi, tarihi derinliği olan Türk Milli kimliği üzerinde ulusal egemenliği yerleştirmiştir. Ulusal egemenlik bir millete ait olma bilincine giden yoldaki ilk dönemeçtir.

 Toplumlarda her zaman ilerleme olmayabilir; ama her zaman hareket ve değişme vardır. Çünkü toplumun yapısı durgun değildir. Her toplumda tehlikeli olabilen ve iç çatışmalara dönüşebilecek gerginliklere ve gerilemelere rastlanır.  Bunlar, çağdaşlığın hedef alındığı toplumlarda iç dengeyi bozmayı kafaya koymuş kurnazların tertipleridir. Atatürk, onurlu bir vatan ve millet felsefesini özetlediği: “ Ne mutlu Türküm diyene” ifadesiyle bu tertiplerin karşısındaki direnci ebedileştirmiştir. Ne Mutlu Türküm diyene ifadesinin kapsayıcı, bütünleştirici bir özelliği bulunmaktadır. Bu bağlamda, binlerce yıldan beridir bir arada yaşamış olan farklı kimliklerin bir üst kimlikte buluşması ile bir millete ait olma bilinicinin siyasal ve kültürel sonuçları ortaya çıkacaktır.

 Türk milli kimliğinin benimsenmesi ve benimsetilmesi açısından süregelen tarihi tecrübe diğer milletlerden oldukça farklıdır. Türk toplumsal yapısında; Müslüman olmak ve sonradan Türkçe öğrenmek dahi Türk olmak için yeterlidir. Şecere araştırması olmadığından, belki de imkanı da bulunmadığından insanların kendilerini nasıl kabul ettiği ve takdimi önemli olmuştur. Türk tarihinde Balkanların, Kafkasların Türkçe konuşmayan unsurları bile dinlerinden dolayı Türk olarak sıkıntı çekmiştir.  Girid Adasının müslüman Hellence konuşan halkı, Türk diye katliama uğramış;  Pomak köyleri faşist Bulgar idaresinin zulmüne bazen Türk Köylerinden fazla maruz kalmıştır. Balkanlar elden çıktıkça Müslümanlarla birlikte Yahudiler de Anavatana sığınmıştır. Çünkü Balkanların şoven yönetimleri Yahudilere de zulüm etmiştir. Türk vatanına ve milletine yönelen hasmane hareketler kimsenin etnik kökenini araştırmaz.  Bu itibarla Türklük, bedeli ağır ödenen bir kimlik olmuştur. Türk milli kimliğini dil ve din örer, ama bu ikisinden daha önemli bir unsur varsa o da ortak tarihi mukadderattır; çilesi, sevinci ve gururu ile birlikte yaşanmış olan büyük bir tarihtir.

 Jorge Luis Borges, ‘Kum’ kitabında ki “Ulrike” hikayesinde kahramanlarını şöyle konuşturur: “ Kolombiyalı olduğumu belirttim. Düşünceli bir hava ile bana sordu: Kolombiyalı olmak ne anlama geliyor? Bilmiyorum, cevapladım: Bir inanış şekli; Norveçli olmak gibi deyerek onayladı.” Borges’in  hikaye kahramanları millete ait olmayı alışkanlık olarak görürler. Gerçekten bir millete ait olma bilinci beraberinde alışkanlığı da getirir. Zira, ortak kültürün oluşmasında alışkanlıkların önemli bir payı vardır. Binlerce yıldır bir arada yaşamış olan farklı kimliklerin millet kavramında uzlaşmaları ortaya çıkan kültürel alışkanlıktan ve kültürel alışkanlıklardaki müştereklerden kaynaklanmıştır. Siyasal anlamda bir millete ait olma bilinci milliyetçiliği ortaya çıkarır. Bilim felsefesinin önemli isimlerinden olan Karl Popper’e göre milliyetçilik açık toplumun kurulmasını önleyen en büyük engellerden biridir. Bu ifadelere karşılık Karl Deutsch’a göre milliyetçilik; siyasi ve sosyal gelişmenin bugüne kadar erişilen en yüksek seviyesine, yani modern millet bünyesine kavuşma hareketidir, bütün dünyanın açık bir toplum olmasına giden yol buradan geçer. Nitekim Batı dünyası, sosyal tekamülün en ileri safhası olan millet birliğine ulaşarak, sanayileşmeyi yakalamış ve bugünkü durumuna gelmiştir. Bu safhada milliyetçilik görünmez bir kılavuzluk yaparak toplumsal gelişmeyi sağlamıştır.

 Öte yandan Küreselleşmenin bilançosunda eşitsizlik, yoksulluk, etnik çatışma, kutuplaşma ve silahlanma; mutluluk, refah ve yardımlaşmadan daha ağır basmaktadır. Bunun yanı sıra, adalet, refah ve işbirliği vaat ettiği de söylenemez. Küreselleşme daha çok, son yıllarda iyice şekillenen bölgesel ittifaklar aracılığıyla çetin geçeceği aşikar olan bir ekonomik ve kültürel rekabet öngörmektedir. Milliyetçi düşünce sistematiğinin temelini oluşturan anahtar kavramlar; millet, milliyet ve milli kültürdür. Bunların hemen arkasından da milli devlet, demokrasi, dayanışma, bağımsızlık ve onurlu yaşama gelir. İşte, tehlikelerle dolu olan AB ile müzakere sürecinde anılan kavramların hepsi tartışılır hale gelmiş, Türk Milletin kendisine olan inancı zayıflatılarak; millet olma bilincinin işlevsizleştirilmesine dönük çabalar artmıştır. Özellikle, alt kültürlerin tek millet anlayışına ait itirazları Türk milli kimliğinin karşılaştığı önemli sıkıntılardandır. Artık bugün terör örgütünün taraftarları ellerinde, İmralı’da ki caniye ait fotoğrafı rahatlıkla taşımakta ve içten içe Türk Milletine rest çekebilmektedir.

 Alt kültürlerin ya da etnik değerlerin milli kültüre ve birliğe bir alternatif, bir rakip olarak gösterilip, siyasi çıkar malzemesi olarak kullanılmasını demokrasi ve insan haklarıyla bağdaştırmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Alt kültürlerin milli kültüre alternatif oluşturmasında ki vurgu ve ısrar Avrupa Birliği ile olan ilişkilerde daha çok artmış ve milli birlik açısından bir tehdit haline gelmiştir.  Bir millete ait olma bilincinin ortadan kaldırılma serüveni olarak da ifade edilebilecek Avrupa Birliği sürecinin 3 Ekimde Türk Milletinin önüne ne gibi bobin tuzakları koyacağını şimdiden kestirmek hiç de zor değildir. Onurlu ve eşit bir birliktelik yerine, her türlü değerinden koparılmış bir şekilde ne olduğu belli olmayan bir durumda AB müzakerelerinin yapılacağı bir dönemde Türk Milleti bir kez daha çetin bir sınavla karşı karşıyadır. 

Son olarak şu da unutulmamalıdır ki; bütün çağlar boyunca tarih kendisini yapmaya cüret edenlerden taraf olmuştur. Tarih çoğunlukla Türk Milletinden yana olmuştur; çünkü Türk Milleti hep tarih yapmış ve yaptığı tarihi de başkasına yazdırmıştır…