AKP iktidarının siyasi ve toplumsal uzlaşmaya yanaşmadan hazırladığı anayasa değişiklikleri 12 Eylül 2010 tarihinde oylandı. Yapılan halkoylamasına katılım oranı yüzde 73,71 olarak gerçekleşti.

Buna göre anayasa değişikliklerine evet diyenlerin oranı yüzde 57,88; hayır diyenlerin oranı ise yüzde 42,12 olarak ortaya çıktı. Böylelikle anayasa değişiklikleri kabul edildi. 23 Eylül 2010 tarihinde, Yüksek Seçim Kurulu tarafından resmi sonuçların açıklanmasıyla da anayasa değişikliklerinin hayata geçirilmesi için süreç başlamış oldu.

Buraya kadar anlattığım safahat aslında herkesin bildiği hususlar... Peki, bundan sonra ne olacak? Türkiye daha mı demokrat, özgürlükçü olacak? Sözde üstünlerin hukuku, yerini hukukun üstünlüğüne mi bırakacak? Cevabınızı duyar gibiyim; evet, benim de bu sorulara verilecek olumlu bir cevabım yok. İktidar partisinin sözlerindeki ve iddialarındaki hamaset, uygulamalarında asla görülmeyecek. Zira bu zamana kadar, beni yanıltacak bir gelişmeye de şahit olmuş değilim.

Ancak, sayısı 21 milyonu geçen Türk vatandaşının da anayasa değişikliklerine onay verdiği gerçeğini inkâr etmiyorum. Bu bir anlamda Recep Tayyip Erdoğan'a güvenoyudur. Bunu da aklımdan bir an olsun çıkarmıyorum! Ama geniş bir koalisyon eşliğinde, her türlü şantaj ve tehditle girilen Referandum sürecinde, evet oylarının çıkmasını bir yönüyle de normal olarak değerlendiriyorum...

İşin hazin tarafına bakın ki, Referandumda, Türkiye'deki büyük bir çoğunluk neye oy verdiğini, hangi değişiklikler için rıza gösterdiğini hiç bilmedi. Ve yalnızca ideolojik, siyasi, çevresel baskı, yönlendirme ve benzer saiklerle anayasa değişikliklerine evet dedi. Bunu bir noktaya kadar hayır diyenler için de söylememiz mümkün. Ama burada bir fark olduğunu, hem de önemli bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. O da şu: Hayır diyenlerin kafasında ve gönlünde nasıl bir Türkiye'nin yer aldığı, evet tercihinde bulunanlara göre daha baskın ve görünür. Elbette sırf AKP'ye karşı olduğundan dolayı oy kullanan ve tepkisini sandıkta ortaya çıkaran önemli bir çoğunluk var. Ancak bunun yanında, yapılan anayasa değişiklikleriyle Türkiye'nin önünün açılmadığını, demokrasi ve özgürlük açısından umut verici ve heyecanlandırıcı, aynı zamanda saygıdeğer hiçbir gelişmenin olmayacağını bilen ciddiye alınması gereken bir toplumsal kitle de var...

Evet diyenlerle, hayır diyenler arasında oransal farkın yanı sıra, nitelik olarak da önemli derecede farklılık olduğu kanaati taşıyorum. Esasında, hayır diyenlerin ne istediğini tahmin ediyorum da, evet diyenlerin neyi talep ettiğini tam olarak kestiremiyorum. Diyeceksiniz ki; demokrasi istiyorlar... Ben de diyeceğim ki, yapısı itibariyle demokrat olmaktan uzak kalmış, eleştiri ve tenkit geleneği yerleşmemiş bir toplumsal sistemin nasıl olur da daha çok demokrasiye odaklanacağını doğrusunu isterseniz anlayabilmiş değilim...

Adalet ya da hukukun üstünlüğüyle evet tercihini özdeşleştirecek olsak bile yine karşımıza önemli sosyolojik engellerin çıkacağını biliyorum. Kendi özel yaşamında, başkalarına ya da aile fertlerine karşı adil ve adalet ilkeleri çerçevesinde yaklaşmaktan uzak bir sosyal yapının, hukukun üstünlüğünden ne anladığının da tam belli olmadığı açık. Özgürlük meselesine gelince; bunu da herkes kendisine göre yorumluyor ve beklentilerini bu minvalde şekillendiriyor. Özgürlükten muradın ne olduğu belirsizliğini korurken; kendisine özgürlük alanı tayin etmek için anayasa değişikliklerini fırsat olarak görenlerin rasyonel bir tercihte bulunduğunu ileri sürmek çokta makul gibi görünmüyor...

Demokratik kültür, en az demokratik siyaset kadar önemlidir, önceliklidir. Türk toplumsal yapısında, demokratik kültürün tam olarak ve eksiksiz karşılık bulmasının hukuksal değişikliklerle sağlanabilmesi çok mümkün değil. Burada bir sorunun mutlaka tartışılması gerekiyor: Hukuk mu sosyal ilişkileri takip eder? Yoksa sosyal ilişkiler mi hukuku izler? Olması gereken hukukun sosyal ilişkileri takip etmesidir. Hukukun üstünlüğü gerçek anlamda bu şekilde hedefine ulaşır. Ama Türkiye'de önce hukuk kuralı konuluyor, arkasından da ona uygun bir sosyal yapı kurgulanıyor. Bu bariz noksanlık ve sakatlık giderilmeden, hukuk ya da daha genel olarak adaletle ilgili olumlu gelişmelerin var olması herhalde imkânsızdır...

Türkiye'de, özellikle AKP'yle birlikte, demokrasiyi korumanın yolu çoğunlukla ona alkış tutmakla eşanlamı olmuştur. Hukuk metinlerine yerleştirilecek birkaç maddeyle de demokrasinin gelişeceğine inanılmış ve bunun üzerinde ısrarlı bir propaganda yapılmıştır. Ne var ki bunun karşılığının olmadığı ve bu sayede demokrasinin ya da özgürlüklerin gelişemeyeceğini izan, insaf ve düşünme yetisini kaybetmemiş herkes takdir edecektir.

Üstelik önümüzde ciddi bir tehlike de bizi bekliyor. Bu tehlike, demokrasinin dağılmasıyla birlikte, demokratik biçimsellik çerçevesinde despotik bir sürecin başlama ihtimalidir. Bunun ciddiye alınması gereken bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan özgürlük vaatleriyle birlikte, hatta daha çok özgürlük palavralarının eşliğinde, özgür olduğu yanılsamasına kapılan Türk vatandaşları, kısıtlanma ve engellenme tuzağına göz göre göre düşebileceklerdir. Nitekim özel hayat mahremiyetinin tahrip olması, hiç kimsenin kendisini güvende hissetmemesi bu tespiti doğrular bir nitelik taşımaktadır.

Bugün toplumun her kesiminde izlenmişlik ve takip edilmişlik duygusu hâkimdir. Herkes telefonunun dinlendiğine ya da özel hayatının kontrol edildiğine inanmaktadır. Yalnızca bu durum bile özgürlüğün gerçekte ne denli büyük bir tehditle burun buruna olduğunu gösteriyor.

Bana göre en başta siyasal sorumluluk taşıyan AKP'nin demokrasi algısında ve yaklaşımında samimiyet ve bilinç açısından ciddi eksiklikler var. Şunu söylemeliyim ki, demokrasi sıradan insanın özgürlüğüne dönüktür ve onu koruyan bir içeriğe sahiptir. Esenliği, güvenliği ve çıkarları zedelenmiş bir toplumsal yapıya, daha fazla demokrasi iddiasıyla siyasal sunumda bulunulması katiyen inandırıcı değildir...

Bunun yanında, beni en çok endişeye sevk eden bir konu da Referandum sürecinde zembereğinden boşalan toplumsal bloklaşmanın ve cepheleşme eğilimlerinin keskinleşmesi ve derinleşmesidir. Referandum dolayısıyla Türkiye'nin ayrışma sürecine girdiği, bu ayrışmanın siyasi, sınıfsal ve etnik zeminlerde hissedilebilir bir boyut kazandığı neredeyse kesinlik kazanmıştır.

Toplumsal kesimler arasında nefreti ve öfkeyi de çoğaltan bu olumsuzluk, millet olarak karşımızdaki en büyük tehdittir. Yabancı projelerin gerçekleşmesi için faaliyet içinde olanlar bunu görmeyecek kadar gerçeklerle bağını koparmışlardır. Türkiye'yi etnik topluluklar koleksiyonuna çevirmek için el birliği yapanlar, aslında Türk milleti gerçeğini inkâr etmek için kendilerine mazeretler ve gerekçeler üretmektedir. Arzulanan, Türkiye'nin topluluklar toplamından; fertlerin de mezhep ya da etnik temelde birlikteliklerinden ibaret olmasıdır...

Devam edeceğim...