Yeni bir yıla girdik... İnşallah bu yıl diğerlerinden farklı olur. Cenab-ı Allah huzur ve mutluluğu hepimize nasip etsin. Dileğim bu. Zira buna çok ihtiyacımız var... Kabul edelim ki millet olarak zor ve sıkıntılı bir yıl yaşadık. Bu haliyle mazi olan 2010 yılı hiç unutulmayacak. Hafızalardan asla çıkmayacak...

Geçtiğimiz yıl akıllara durgunluk veren gelişmelere ve olaylara şahit olduk. Hiç yüzümüz gülmedi, umutlarımız tazelenmedi. Deyim yerindeyse hayallerimiz karardı, ruhumuz bunaldı! Ancak yine de geleceğe umutla bakmak istiyorum. Biliyorum, İmmanuel Wallerstein'in sözleriyle ifade edecek olursak, gelecek hiçbir yerde yazılı değil ve hazır olarak da bizi beklemiyor. Her ne kadar gelecek öngörülemez ve ahlaksal olarak çok farklı ihtimaller içerse de; olacaklar için şimdiden sorumluluk taşıyoruz...

Her şeye rağmen yarınları istediğimiz gibi oluşturmak elimizde. İrademizle geleceğin resmini çizebilir, planını yapabiliriz. Elbette güzel bir hayat hepimizin özlemi. Ancak bu yetmiyor. Uğraş vermemiz, talep etmemiz, ısrarla güzelin ve iyinin de arayışında olmamız gerekiyor... Bence yarınların parıltılı, istikrarlı yolunu gönüllerimizin ve beyinlerimizin ışığıyla aydınlatmalıyız... Gelişmiş, güçlenmiş, doğruluğu teyit edilmiş ve adaletli bir düzene ancak böyle ulaşabiliriz...

Haksızlıkların olmadığı, aldatmanın yer almadığı, kalleşliğin ve iftiraların prim yapmadığı, ihanetin cezalandırıldığı, iyi insan olmanın ödüllendirildiği bir toplumsal ilişkiler ağına ulaşmamız zor da olsa, imkânsız değil. Bu açıdan 2011 yılından her şeye rağmen ümitliyim. Zihnime dünde yaşanan acı ve ibretlik gerçekler musallat olmuşsa da, buna Popper'in taşıdığı iyimserliğe benzer bir karşı çıkışla direnmeye çalışıyorum...

Gramsci, ‘hatırlamak direnmektir' der. Geçmişi unutmayarak, dersler çıkararak geleceğe bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Esasen başka da bir çaremiz yok... İyi ya da kötü, sorunlu ya da güzel; bir geçmişimiz olmadan kendimize ait bir gelecek inşa etmemizin kolay olmadığını da aklımdan çıkarmıyorum. Bir bakıma Roma düşünürü Cicero'nun; ‘geçmişini bilmeyenler sürekli çocuk kalmaya mahkûmdur' sözleri düşüncelerimi tamamlayan bir özellik taşıyor.

Eğer yaşanan hazin vakıaları görmezden gelirsek ve bunlardan gerekli sonuçları çıkarmazsak sınırları belirsiz bir zaman denizi içinde batmamız neredeyse kaçınılmaz olacaktır! Üstelik geleceğe olan kararlı yürüyüşümüz akamete uğrayacak ve yarıda kesilecektir.

Hayat dediğimiz soyut süreç aslında yalnızca yanlışlarla doğruların toplamı değildir. Ara renkler ve tonlar da bir hayli fazladır. İstesek de istemesek de, yanlışla doğrunun, kötü ile iyinin, güzelle çirkinin kavgası her şart altında devem edecek. Dün böyleydi, yarın da böyle olacak. Bundan kaçış yok. Meselenin esas önemli yanı tarafımızı belirlemekte... Ve inandıklarımız çerçevesinde mücadele etmekte... Bir sonuç alırız ya da alamayız bu çok önemli değil; ancak iyinin ve güzelin yanında ve yakınında olmak yine de bizim için vazgeçilmez olmalı...

Bunlar biraz nasihat gibi oldu, ama değerli okuyucularımın bana hoşgörü göstereceklerine inanıyorum. Amacım kimseye öğüt vermek değil. Herkesin kendisine göre bir aklı ve inandığı değerleri var. Ne var ki önemli gördüğüm bazı hususları paylaşmanın, yeni yılın bu ilk günlerinde yerinde ve faydalı olduğuna inanıyorum...

Gelelim asıl meramımıza...

2010 yılı; Türkiye için talihsizliklerle geçen bir yılın ismi oldu. Kaos ve belirsizlik kapanına sıkışan bir 365 günü hep birlikte yaşadık. Karşılaştığımız sorunlara karşı panzehir geliştirmek şimdiye kadar mümkün olmadı... Ülke olarak normalleşmenin ve istikrarın sahillerine bir türlü çıkamadık. Türk milleti ayrışmanın ve ortadan ikiye yarılmanın eşiğine kadar getirildi. Müsebbiplerini biliyorsunuz! Hangi makamları işgal ettiklerinin fazlasıyla farkındasınız.

Elbette geride kalan yılın ağır bilançosunu burada çıkaracak değilim. Her şey yaşandı ve geçti. Ama bir gerçek var ki, çok vahim ve tehlikeli olaylara muhatap olduk. Millet olarak tartışılmadık hiçbir değerimiz hemen hemen kalmadı!

AKP iktidarının yürüttüğü sözde milli birlik ve kardeşlik projesi adı verilen yıkım projesi; ülkemizi sonu meçhul karanlık bir sürecin içine soktu. Böylelikle etnik tahrikler hız kazandı, bölücüler küstahlaştı, terörün itibarı arttı! İmralı'da yatan cani, meşru siyasi aktör haline gelerek, terör çetesini ve siyasetteki uzantılarını yönlendirmeye ve hatta yönetmeye başladı. Cezaevinden dışarıya çıkarılan ihanet projeleri kapsamında kamuoyuna duyurulan özerk Kürdistan talepleri adeta Türkiye Cumhuriyeti'ne meydan okudu! Üniter yapıyı yok etmek ve Türk milletinin içinden yeni bir millet çıkarmak için etnik bölücülük seferber oldu. İmralı canavarıyla pazarlıklar yapıldı. Müzakere masaları kuruldu. Hükümete göre bu devletin işi. Görüşen devlet! Yani AKP masum... İnanın buna kargalar bile gülmez...

Bugünkü şartlarlarda etnik temelli bölücülük Freud'un teorilendirdiği; ‘küçük farklılıklar narsizmine' saplanmış durumda... Gemi azıya almış olan bu güruhun istek ve beklentileri durmak ve dinmek bilmiyor. Kafalarda bağımsız bir devlet yapısı olduğu kuşkusuz. Bunun için de bir millet oluşturmanın çabası içindeler. Sosyoloji etnik grupların millet gruplarına terfi edebileceğini söylüyor. Bunun da ilk şartı bir dile sahip olmak. Ana dilde eğitim taleplerindeki inadın ve ısrarın altında bu yatıyor...

Bir gerçeğin altını kalın olarak çizmek istiyorum: Farklı dili konuşan gruplar arasında her zaman bölgeselleşme eğilimi vardır. Ve bölgeselleşen dil gruplarının siyasal tanınma isteklerini bastırmak bir noktadan sonra mümkün olmayacaktır. Eğer bu süreç üniter yapıda cereyan ederse, federal ya da konfederal devlet sistemine geçiş kaçınılmaz olacaktır. Dili olan millet olmayı tercih edecek ve kendi kaderini kendisi belirlemek isteyecektir. Bu zamana kadar ki deneyimler hep bunu gösteriyor...

Mesela Kanada geçmişte benzer bir durumla karşılaşmıştı. 1969 yılında, dönemin Başbakanı Trudeau, iki dilli ve çok kültürlü bir yapıyı sistemleştirerek sorunların aşılacağını düşünmüştü. Bu şartlar altında Quebec sorununun çözüleceği sanılmıştı. Ancak bugüne baktığımızda, bunda ne kadar başarısız olduğu ortadadır. İki dilli ve çok kültürlü bir devlet sistemine geçilmenin ayrılma isteklerine engel olamadığı net olarak anlaşılmıştır. İşte Türkiye'de, iktidarın kafasındaki yöntemlerden birisinin de Kanada örneği olduğunu düşünüyorum. Türkiye Cumhuriyeti'nin intiharı olacak bu ve benzer bir yaklaşımın en başta Türk milletini mahvedeceğini ve Türk devletini de yıkacağını düşünüyorum.

Bakınız bir örnek daha vereyim. Yugoslavya'nın parçalanmasını eski uyruklar arasındaki dilsel kopma takip etmiştir. Unutmamalıyız ki, dilde bir farklılaşma milleti bir arada tutan bütün emniyet kemerlerini yırtar ve işlevsiz bir hale sokar.

Bütünden parça kapmaya çalışan fırsat düşkünü hunhar bölücü zihniyet, Türkiye'yi iktidarın müsamahakâr tavırları altında ateşe doğru sürüklemektedir. Şüphesiz bunlara yol açan da yıkım projesinden başkası değildir...

Devam edeceğim...

- kralbet giriş - - - - -