Sümer’de ortaya çıkan ilk uygar toplumlar kent devletleri biçiminde örgütlenmişlerdi. Her kentin ayrı bir koruyucu tanrısı vardı. Bu tanrı kentin ve kent topraklarının sahibi sayılıyordu. Kentin en büyük yapısı olan tapınak da tanrının eviydi.

Tanrının evini ve mülkünü tanrı adına din adamları yönetiyordu. Din adamlarının ve devletin başında bir rahip kral vardı. Kent devletleri bağımsız siyasal birimlerdi. Toprak ve su sorunları yüzünden de aralarında çatışmalar çıkıyordu.

Ayrıca sık sık çevre göçebe topluluklarının saldırılarına uğruyorlardı. Bu durum askerlerin önemini artırdı. Savaşta, rahip kral ordunun başına komutan atıyordu; savaşı komutan yönetiyordu. Savaşların sıklaşması üzerine bu komutanlar askeri işler yanı sıra, sivil işlere de karışma durumunda kalmışlardı.

Bu çerçevede askerler; güçleri ve önemleri arttıkça, kenti savaş dönemleri dışında da yönetme eğilimi gösterdiler. Böylelikle din adamları ile askerlerin arası açılmış oldu. Sonuçta, tapınakların yanında sarayların yükselip tapınakları geçmesiyle; rahip kral yerini asker krala bıraktı.

Din adamlarının çözemedikleri kent devletleri arası savaşlar sorununu askerler çözmüşler ve kent devletlerini tek bir yönetim altında göçebe toplulukların saldırılarına karşı birleştirmeyi başarmışlardır. M.Ö.2350 dolaylarında Akadlı Sargon, Sümer kentlerini bir bir ele geçirerek, kent devletlerinden bölgesel devlete geçilmesini gerçekleştirmiştir.

Kadim toplumlarda sınır güvenliğinin sağlanabilmesi için toplumu oluşturan çeşitli güç merkezleri arasında sürekli bir uzlaşma ihtiyacı gerekli olmuştur. Bu uzlaşma çoğu zaman şiddeti farklılaşan çatışmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Öte yandan uzlaşmayla sonuçlanmayan çatışma ve gerilimler toplumsal gücü zayıflatarak, kadim toplumların(devletlerin) zayıflamasını ortaya çıkarmıştır. Bu durum devletlerin yıkılmasına kadar giden süreci başlatması açısından önemlidir. Aslında kadim toplumlardan modern toplumlara kadar, üzerinde bir türlü tam olarak mutabık kalınamayan en temel husus ülke yönetiminin kim ya da kimler tarafından nasıl sağlanacağı hususudur.

Bu durum değişik zamanlarda toplumsal krizlerin çıkmasına neden olmuştur. Demokrasi bu bağlamda bir uzlaşma kültürünü kurumsallaştırarak krizleri aşmayı hedeflemiştir.

Farklı toplumsal grupların uzlaşması kadim toplumlarda en önemli mesele iken, modern dönemlerde halkın tercihi ön plana geçmiştir. Bunun en iyi yolu da halkın tercihine göre bir yönetim şekli olmuştur. Abraham Lincoln, "halkın halk tarafından, halk için idaresi" olarak tarif ettiği demokrasi: Churchill'e göre "en iyi idare şekli değil, ama kötü tarafları en az olan bir idare şekli" olarak kabul edilmiştir.

Halk tercihinin rasyonel olup olmaması da her zaman tartışılmıştır. Nitekim halkın tercihleri de kimi zaman yeni sorunların ortaya çıkmasına, yeni çatışmaların doğmasına sebep olmuştur. Bu anlamda tam anlamıyla doğru bir seçimi hayata geçirmek mümkün ol(a)mamaktadır.

Peki doğru seçim nasıl olacak? Doğru seçim öncelikle ne istediğini bilen, kısa vadeli düşünüp çabuk sonuç istemeyen, pragmatik kaygıları ideal hedeflerin önüne geçirmeyen bir zihniyetle mümkün olacaktır. Böylesi bir zihniyet eğitimle, şehirleşmeyle, sanayileşmeyle ortaya çıkar.  Bu kapsamda demokrasi toplumsal yapıda gerçek anlamda karşılık bulur. Nitekim demokrasinin var olması için güçlü bir orta sınıf gereklidir. Bunun sonucunda tercihler rasyonel çerçevede ülke çıkarı gözetilerek alınır. Asker-sivil gerilimi her şeyden önce bir yaklaşım ve tutum farklılığından kaynaklanır. Güçlü bir orta sınıfın oluşması neticesinde toplumsal gerilim ve kamplaşmalar en aza inecek, güç merkezleri arasındaki anlaşmazlık uzun dönemli uzlaşmayla çözülecektir.    

Hiçbir iktidar erki kendi ideolojisinin dışındaki ideolojilerden hoşlanmaz. Ancak demokratik iktidarlar, farklı ideolojilere rıza ve hatta saygı göstermek zorunda kalırlar. Askeri iktidarların ise, yapılarının ve eğitimlerinin sonucu olarak, kendi dışındaki ideolojilere hoşgörüyle bakmaları beklenemez. Bununla birlikte askeri iktidarlar kurumlaşıp askeri devletlere dönüştükçe, toplumda yasaklanan çoğulculuk ordunun içinde gelişmeye başlar. Güney Amerika örneğinde olduğu gibi; hava, deniz ve kara kuvvetleri ayrı siyasal partiler görünümü kazanırlar.

Siyasal rejimler ömürleri uzadıkça güçlenirler. Bu bağlamda rejimlerin zaman içinde aksayan yönleri düzelirken, kurumlar birbirine alışır, saygı kurumsallaşmaya başlar.

Siyasal rejimlere yapılan müdahaleler; bir türlü kurumsallaşmayan, istikrar kazanamayan bir siyasal ortam oluşturur. Bu durum aynı zamanda demokrasinin derinleşmesini, toplumda karşılık bulmasını engeller. Böylelikle her müdahaleden sonra yeninden her şeye başlamak gerekir. Bununla birlikte müdahalelerin niteliği, kim tarafından ve nasıl yapıldığı, müdahalenin ortaya çıkardığı sonuç bakımından da önem arz etmektedir.

Bazen demokrasinin, çoğulculuğun sağlamış olduğu olanaklarla da siyasal rejime müdahale gerçekleşir. Yani demokrasinin imkanlarıyla demokrasinin önü kesilir. Bu çelişki nedense fark edilmez! Zira demokratik kurumlar, demokrasinin tüm imkanlarını kullanarak demokrasiye ciddi zararlar verebilir. Siyasal partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır, ancak ordu da demokrasinin yaşayabilmesi için tartışılmaz bir önem sahiptir. Her kurumun ait olduğu sistem ya da siyasal rejimin devamı için kendine has önemliliği vardır.

Ordu konumu gereğince, gelişmekte olan ülkelerde genellikle çağdaş teknolojiye ve düzenli örgütlenmeye ilk açılan kurum olmaktadır. Osmanlı ordusu bunun en belirgin örneklerinden birisini oluşturmuştur. Çağdaş mühendislik, tıp, veterinerlik eğitimini Osmanlı toplumuna ilk kez askerler getirmiştir. Bu çerçevede Osmanlı ordusunun, toplumun önünde; topluma değer ve yenilik taşıyan bir fonksiyonu bulunmaktadır. Bununla birlikte, I.Meşrutiyet ve II.Meşrutiyet hareketlerdeki itici güç yine ordu olmuştur. Aslına bakılırsa o dönem itibariyle Osmanlı toplumunu anayasal bir ortama zorlayacak bir sivil oluşumun varlığından bahsetmek zordur. Bu itibarla ordu o dönemde hakların ve siyasal özgürlüklerin de öncüsü ve güvencesi olmuştur.

Ancak toplumların belirli bir gelişmişlik düzeyine gelmesiyle ordunun öncü olma niteliği başka toplumsal gruplara geçer. Ancak bu hal ordunun önemini ortadan kaldırmaz.

 84 Yıllık Cumhuriyet tarihimizde ordu-sivil gerilimi belirli periyotlarla her zaman var olmuştur. Bu durum en başta ordunun kendi geleneğindeki öncü olma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Sivil kurumlar ve oluşumlar arasındaki yüksek gerilim ve uzlaşmaz eğilimler;  disiplinli ve organize yeteneği olan, aynı zamanda sistemli bir yapısı olan ordu tarafından hoş görülmez; ya da endişe ile karşılanır. Hele hele sivil güçler arasındaki tartışmalar bir zaman sonra, güvenlik ve istikrarı zedeleyecek bir durumda olursa ordu bu durumda kaygılarını toplumla paylaşır. Eğer toplumla paylaşmada bir gecikme söz konusu ise ya da toplumla paylaşmadan bir fayda sağlanamayacaksa o zaman geleneğinde ki öncü olma özelliğini harekete geçirerek; toplum ve kurumları tanzim etmeye girişebilir. Böylelikle sivil yönetimler bir süreliğine askıya alınır. 

Sivil yönetim demokrasinin bir sonucudur. Buna rağmen bazı zaman demokrasiye verilen zararlar da yine sivil yönetimlerden gelmiştir. Bu bağlamda sivil yönetim demek, tam anlamıyla demokrasinin uygulanması demek değildir. Nitekim sivil yönetimler arasındaki gerilim, çatışma, uzlaşmazlıklar karşılanamayacak toplumsal maliyetlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu durumda ordu, disiplinli ve sistemli gücüne dayanarak bu çelişkilerin giderilmesine müdahale edebilmektedir.

Son tahlilde kadim toplumlardan beri var olan ülke yönetimi üzerine olan gerilim halen bir şekilde devam etmektedir. Uzlaşmaz çelişkilerin varlığı, çatışmanın kurumsallaşması siyasal ve sosyal istikrarı olumsuz yönde etkilemektedir. Bu itibarla müştereklerin azamiye, farklılıkların asgariye indirilmesi için ülkeye hizmet için her kesim tartışmasız bir şekilde birlik içinde olması gerekmektedir. Nitekim heba edecek değer, boşa geçecek zaman bulunmamaktadır.