Modernleşme geleneksel toplum yapısının ortadan kalkmasını ortaya çıkaran dinamik bir süreç olarak XV.yüzyıldan beri insanlığın gündemindedir. Modernizmin ortaya çıkmasında kapitalizm, hızlanmasında Sanayi Devrimi önemli bir etken olmuştur.
Toplumsal hayatta bilginin rolünün artması, geniş bir coğrafyada ekonomik bir bütünleşmenin görülmesi, kentleşmenin ortaya çıkması, bununla birlikte kültürel ve demografik yapının değişmesi modern toplumu ortaya çıkaran hususlardır.
Buna rağmen modernleşmeyle birlikte, toplumsal yapıda ortaya çıkan büyük çaplı değişim ve dönüşümler sosyolojik denge ve istikrarın da bozulmasına yol açmıştır. Bu anlamda modernleşme süreciyle ortaya çıkan yeni sorunlar, yeni ihtiyaçların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yerel ve geleneksel yapılardan kopan insanların farklı ortamlarda alışık olmadıkları sorunlarla karşılaşmaları, eskiye kıyasla değişik bir yaşam tarzına olan ihtiyacı arttırmıştır. Kentleşmenin etkisiyle geleneksel sosyal ilişkilerin, grup mensubiyetinin, aynı zamanda var olan bütünleştirici değerlerin ortadan kalkması toplumsal anlamda bir bütünleşme krizini ortaya çıkarmıştır. Bu durum yeni bir kimlik ihtiyacını da beraberinde getirmiştir.
Modernleşme sürecinin ortaya çıkardığı hızlı değişim karşısında, var olan siyasi ve idari sistemler yetersiz kalmıştır. Geleneksel dönemde olağan karşılanan toplumsal statü farklılıkları artık ortadan kaldırılması gereken bir sorun haline gelmiştir. Bu bağlamda başta burjuvazi olmak üzere, maddi anlamda daha iyi imkanlara sahip olan kesimlerin iktidarda söz sahibi olmak istemeleri yeni bir kurumsallaşmaya olan talebi arttırmıştır. Eğitimin yaygınlaşması, endüstrileşme, kitle iletişim araçlarındaki etkinlik ve refahta ki yükseliş yönetim süreci dışında kalmış olan sosyal grupların nitelikli kamu hizmeti edinme isteklerini kamçılamıştır.
Aydınlanma sürecinin, rasyonel toplum yaklaşımıyla insanlarla nesnelerin yönetebileceğini ileri sürmesi; modernleşme de insan müdahalesiyle şekil almaya açık bir dünya algılamasının gelişmesinde etkili olmuştur. Örneğin; Immanuel Kant'ın akla yönelmeyi öngören yaklaşımı modernizmin kabul ve kurallarını yakından etkilemiştir.
Modern toplumun ihtiyaç ve yönelimleri karşısında cemaatlere dayalı parçalı yapının kaldırılması da Aydınlanma Felsefesi'nin rasyonellik postulasının büyük bir katkısı olmuştur. Nitekim modernleşme; bütünleşmenin sağlanmasında milliyetçiliğin, siyasal yöntem ve kuralların kurumsallaşmasında demokrasinin sağlanmasıyla ortaya çıkan, ulus-devlet formunun hakim olduğu bir sistemdir. Süreç içerisinde modernitenin devlet biçimi olarak ortaya çıkan ulus-devlet; modernitenin ihtiyaçları olan mensubiyet, entegrasyon, müştereklik ve biz olmaya yönelik taleplere milliyetçilikle cevap verirken, demokrasi ve yeni meşruiyet kaynağı bulma ihtiyacını da karar alma süreçlerinde halka yer vererek gidermeyi başarmıştır.
Modernizmin sezgiyi ve metafiziği dışlayan, bireyi ikinci plana bırakan bir yapısı vardır. Bu bağlamda post-modernizm, neo-liberalizm etkisiyle modernizmi eleştiriye tutan bir yaklaşımdır. Post-modernizmin muhteviyatında; modern çağın düzen fikrine karşı dağılmışlık, ulus fikrine karşı etnik topluluklar, çözümlemeye karşı bütünsel bakış açısı, akla karşı sezgi, bilime karşı inanç, sadeliğe karşı karmaşa, determinizme karşı rastlantısallık bulunmaktadır. Bu çerçevede post-modernizm yaşamın her alanında esneklik, farklı durumlar karşısında değişebilmeyi öngörür.
Post-modernizmde çoğulculuğun önemsendiği, türdeşliğin ve farklılıkları homojenize etme yaklaşımın dışlandığı görülmektedir. Post-moderniz teorilerde modernitenin bütünleştirici tarzı reddedilmektedir. Bu süreçte çok kültürlülük, bireyselleşme eğilimi hakim bir anlayıştır. Ayrıca farklılığa dayalı kimlik söylemlerine saygılı bir yaklaşım çerçevesinde daha açık bir parlamenter sistem amaçlanmaktadır. Siyasal sistemin bireylerin temel siyaseti etkilemelerine fırsat vermesi istenmektedir. Post-modern düşünce sisteminin bireyselliği esas almasının yanında küreselleşmeci söylemlere de kaynaklık ederek, ulus-üstü kimliklere sıcak baktığı açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Yeri gelmişken Türk demokrasi sisteminde görülen bağımsız aday olma, bireysel siyaset talebinin post-modernist bir eğilim olduğu söylenebilir. Bu durum aynı zamanda siyasal yapının parçalanmışlığını beraberinde getirerek bütünlük idealini tehdit etmektedir.
Modernleşmeyle birlikte toplumların ulus temelinde bir araya gelmesini sağlayan temel ideoloji milliyetçilik olmuştur. Milliyetçilik, hem uluslaşma hem de ulus temelli toplumsal yapılanmanın siyasi boyutunu oluşturan ulus-devlet modelinin şekillenmesinde tartışmasız bir rol üstlenmiştir. Nitekim milli kimlik, milli egemenlik, siyasi ve idari bütünlük gibi yaklaşımlar milliyetçi ideolojiden kaynaklanmıştır.
Milliyetçiliğin kolektif yorumu Romantizmle ortaya çıkmıştır. J.G.Herder ve J.Fitch gibi filozofların öncülüğünde gelişen, duygu ve coşkunluğu toplumsal anlamda yorumlayan, bireyselliği ikinci plana atan Romantizm; milliyetçiliği geniş halk kesimleriyle buluşturmuştur. Romantiklere göre bir toplumu millet yapan unsurlar; başta dil olmak üzere, müşterek geleneklerden kaynaklanan yaşam tarzı ve ortak tarihi mirastır. Romantikler daha çok geniş halk kitlelerinin özünü yansıttığını düşündükleri; halk türkülerini, masalları, destanları, milli ve folklorik olan yerel kültür türevlerini gündeme getirmişlerdir.
Özellikle 19.yüzyılda Avrupa'nın hemen her ülkesinde entelektüel kesim; gelişme ve mutluluğun yolunun; tek, birleşmiş ve güçlü bir milletle oluşacağına inanmışlarıdır. Ayrıca sözü edilen yüzyılda Avrupa'da yoğunlaşan ve ilk milliyetçi hareketler olarak görülen; krallık ya da imparatorluklara karşı bağımsızlık amaçlı baş kaldırışlarda milli his ve milli kimlik kadar demokratik taleplerde etkili olmuştur.
Milliyetçilik insanların ancak bir ulus içinde yaşayarak gerçek özgürlüğe ve mutluluğa ulaşacağını öngörür. Milliyetçilik evrensel manada düzen ve huzur için dünya sistemin milletler ailesi şeklinde oluşması gerektiğini ifade eder.
Milliyetçiliğe göre; öncelikle siyasi egemenliğin sahibi ve kaynağı ulustur. Ulusun yaşadığı coğrafyanın sınırları ulus tarafından belirlenirken, milli kimliğin biçimlendirdiği ve egemenliğin ulusta olduğu ulus-devlet yapılanması da devleti oluşturur. Bu anlamda milliyetçilik ulus-devletin ideolojisidir. Dil birliği ise ulus egemenliğinin kural olduğu ulus-devlet modelinin sürekliliğini ve etkinliğini sağlar. Romantizm, dili, bir toplumun ruhu olarak görür. Milliyetçiliğin ideologlarından olan Herder; "Dilde bir toplumun düşünceleri, geleneği, hayatı; kısaca bütün kalbi ve ruhu gizlidir" ifadesi bu söyleneni doğrulamaktadır.
Milliyetçilik toplumsal homojenliğe çok önem verir. Toplumsal homojenlik ise; çekirdek kültürün dili, tarihi ve kültüründen kaynaklanan objektif unsurlar ile, kader ve amaç birlikteliği olan subjektif unsurları kapsar.
Tarihi sürecin incelenmesi neticesinde bütünleşme krizlerinin, modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan sorunların milliyetçilikle aşıldığı çok iyi bir şekilde görülecektir. Milliyetçiğin hem rasyonel tarafı, hem de duygu ve çoşkunluğa yönelik sistemli yapısı milli egemenliğin kalıcı olmasında en önemli faktör olmuştur. Milliyetçilik meşruiyet ve bütünleşme sorunlarına cevap üretirken; yurtseverlik, halkçılık ve yurttaşlık yaklaşımlarını da dışlamamıştır. Eşit ve bir vatandaşlık bilinci, özgür irade tavrı en iyi şekilde milliyetçilikle birlikte toplumsal yapıda karşılık bulmuştur.
Türk demokrasi yaşamında millet egemenliğinin tartışmaya açılmasının milli kimlik tartışmalarına tesadüf etmesine şaşırmamak gerekmektedir. Milli kimlik bilinci, milli egemenlik anlayışı karşılıklı birbirini destekleyen süreçlerdir. Devlet, millet, egemenlik kavramları birbirinden ayrı düşünülmeyecek kadar iç içe geçmiş formlardır. Devlet ile milleti çatışan taraflar olarak göstermek milli egemenlik, milli kimlik ve milli bilince ziyadesiyle zarar vermektedir. Bugün yaşanılan sorunların özünde; bir demokrasi sorunu, egemenlik paylaşımı meselesi olmayıp, tamamen Türk milli kimliğinin aşınması, ulus-devlet modelimizin homojen yapısının irtifa kaybetmesi bulunmaktadır. Zira demokrasinin, milli egemenliğin var olabilmesi için de yukarıda bahsedildiği gibi milliyetçiliğin olmaz olmaz bir işlevi bulunmaktadır. Kurumlar arası irtibat ve uzlaşma eksikliğinin temelinde; milli kimlik yapısında ortaya çıkan aşınmalar, milli nitelikli sorunlara müşterek cevaplar üretilememesinin ortaya çıkardığı açmazlar yer almaktadır. En çok konuşanın en haklı olduğuna yönelik kabuller gerçekte demokrasi geleneğini zafiyete uğratmaktadır. Nitekim Aristo; demokrasileri demogojilerin yozlaştırdığını, söylemiştir.
Ulus-devlet kendine yönelik tehdit algılamalarına kolektif cevap üretir. Ancak bu sayede sınırlar içinde ulusal bütünlük, huzur sağlanır. Son tahlilde son yurdumuz Anadolu'da sonsuza kadar yaşama irademizin sürekliliğinin sağlanması için müşterek sevinçlerimizde bir araya gelmeli, sorunlarda ise aynı tavrı almalıyız...
- - - -