2010 yılına, geçtiğimiz yılın ağır ve kasvetli sorunlarının gölgesinde girdik. Geride bıraktığımız 365 günün muhasebesinin vicdanlı ve dürüst bir şekilde yapılmasına çok ihtiyaç var. Ne var ki, hâkim siyasi otoritenin bu yönde bir niyet taşıdığını ve böyle bir amacı olduğunu söylemek gerçekten de çok zor.
Türkiye'nin çoraklaşan huzur ve tükenen dermanıyla yeni yılda hangi badirelerle karşılaşacağını tahmin etmek zor değilse de, yeni sürpriz sorun alanlarının toplumsal yaşama egemen olması da hiç şaşırtıcı olmayacaktır.Asker sivil gerilimi, hukuk namına yapıldığı yönünde ciddi kuşkular olan dünde kalmış hesaplaşmaların yine bugüne taşınarak, ortalığın ayağa kaldırılması 2010 yılında da sürecektir.
Öte yandan kurumlar arası artan ve şiddetlenen gerilim ve gelgitler devlet erkinin inandırıcılığına büyük darbe indiriyor. Demokrasi dışı arayış hezeyanlarıyla örülen güvensizlik ağı, her insanı çevrelemiş durumda. İsim mutasyonuna uğrayan sözde demokratik açılım denilen yıkım ve ayrışma projesinin de bu yıl içinde ısrarla devam ettirileceği anlaşılıyor.
Kirli bir ittifakın tezgâhladığı ve sürdürmeye çalıştığı etnik temelli ayrışma hesabının yekûnu kabarmış durumda. 2009 yılında MHP lideri Devlet Bahçeli'nin muazzam direnişine çarparak gerileyen açılım ve saçılım sürecinin, yeni lojistik kaynaklarla tahkiminin planlandığı görülüyor.
Ne var ki, Türk milletinin birliği ve beraberliği konusunda asla taviz vermeyecek olan Milliyetçi Hareket Partisi'nin, artan ve yükselen bir tempoyla sözde demokratik açılım (dağılım) sürecine tepki vermeye devam edeceği de bir vaka. Nitekim MHP lideri Devlet Bahçeli'nin, TBMM'nde 2010 yılının ilk grup toplantısında sarf ettiği anlamlı sözleri bu söylediklerimi tam olarak doğruluyor...
Azalan toplumsal desteği tersine çevirebilmek için, gündemi suikast iddialarıyla boğan iktidar partisinin yeni bir mazlum ve mağdur rolüne soyunmaya gayret ettiğine dönük izlenimler gittikçe fazlalaşıyor.
Elbette yasal ve meşru yollar dışında, iktidar değişikliği amaçlayan kim ve hangi odaklar varsa; gerekli cezayı almaları ve hak ettikleri yaptırımlara uğramaları bir zorunluluktur. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bu niyet ve zihniyete sahip olanlar bulunuyorsa bunlar da mutlaka ayıklanmalı ve demokratik sistem ağır aksakta olsa yoluna devam etmelidir. Şunu bir defa akıldan çıkarmamak yerinde olacak: Her ne sorun varsa bunun çözüm ve çare yeri bellidir; o da mutlaka siyaset olmalıdır. Seçim ve sandıkla çelişecek bir yönetim anlayış ve hedefine elbette herkesin karşı durması kaçınılmaz bir vazifedir. Buna bir diyeceğim yok ve bende bu görüşteyim...
Ancak, askeri kışlasında tutmak adına ve geçmişten kaynaklanan rövanşist duygularla; her türlü hukuksuzluğu, insafsızlığı ve vicdansızlığı kılıf haline getirerek, Türk Silahlı Kuvvetlerini darbeci bir kuruluş olarak gösterme girişimlerine de herkesin karşı durması bana göre milli bir görev sayılmalıdır.
İptidai bir yaklaşımla, birkaç kişinin yaptığı yanlışlardan, girdiği kusurlu ilişkiler ağından hareketle, bu coğrafyada yaşamamızın en büyük teminatlarından olan ordunun yıpratılmasına göz yummak, geleceğimizi ataşe atmakla eşanlamlı olacaktır.
Bir de şu tehlikeyi göz önünden katiyen uzak tutmamız gerekiyor. Demokrasi dışı oluşumların otoriter eğiliminden sakınacağız derken, sivil diktatörlüğün ve hatta sivil nitelikli sessiz darbenin ihtimalini de asla ihmal etmemiz gerekmektedir...
Bugünkü iktidar demokrasiyi beğendiğinden ya da hayranı olduğundan dolayı sürekli olarak gündeme getirmiyor. Peki, neden gündeme getiriyor sorusuna da şöyle cevap verebilirim: Demokrasiyi kendi iktidar alanını genişletmek ve yaymak için bir araç olarak görüyor da ondan sahipleniyor...
Önüne geleni azarlayan, farklı ve aykırı seslere tahammül edemeyen, muhalif her gelişmeyi kendisine yönelik bir tertip olarak değerlendiren bir zihniyetin demokrasiyi ne kadar ve samimi olarak içselleştirebileceğini siz değerli okuyucularımın elbette daha iyi takdir edecektir.
Devlet kurumlarının birbirine girdiği, yanan güvensizlik ocağına her kurumun benzin taşıdığı düşünüldüğünde bu olumsuzluklardan ilk ve bir numaralı sorumlunun iktidar erki olacağını söylememiz abartılı sayılmamalıdır.
Bunlardan dolayı içinden geçtiğimiz zaman süreci tam bir kaos görüntüsü veriyor. Türkiye derin ve tehlikeli bir girdabın içine itildiğinden dolayı soluk alıp vermesi her geçen gün zayıflıyor.
Bir defa düşünün; bir başbakan yardımcısının evinin önündeki sivil plakalı bir araçta bulunan sivil giyimli iki subayın, suikast şüphesi ile polis marifetiyle gözaltına alınmasını izleyen süreçte, Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı Seferberlik Bölge Başkanlığı'nda inceleme başlatılıyor.
Kozmik oda olarak anılan bir yerde aramalar yapılıyor. Devletin en mahrem yerleri bir bir açılıyor. Ve bunlar çerçevesinde, bazı devlet kurumlarının, korumak ve muhafaza etmekle görevli oldukları sisteme karşı komplo içinde oldukları yönünde ithamlar gündemi işgal ediyor. Dikkatler birden bire, ‘Özel Kuvvetler' diye bilinen bir askeri kuruluşa çevriliyor. Düşünsenize, vatan sınırlarını korumakla görevli ordunun bazı birimleri neredeyse terör odağı olarak gösterilmeye çalışıyor, öbür yanda ise bölücü hainler demokrasi yandaşı biçiminde takdim ediliyor! Ne hale ve ne duruma geldiğimizi bu hüküm sanıyorum açıkça gösteriyordur! Resmen at izi, it izine karışmış durumda...
Kargaşa ve dağınıklığın bütün her yere sindiği ve yerleştiği bugünkü tabloda, Başbakan Erdoğan ısrarla her şeyin yolunda olduğunu, kurumlar arasında çatışmanın olmadığını ileri sürüyor. Peki, o halde bir sıkıntı yoksa Cumhurbaşkanı neden yasama, yürütme ve yargı organlarının başındaki kişilerle toplantı yapıyor? Anlamak gerçekten de mümkün değil...
Neresinden bakarsak bakalım, devletin organları ülkenin milli ve yüksek çıkarları için amaç birliğinden son derece uzak bir görünüm veriyor. Devamlı tek taraflı taciz ve tahrik süreci işletilerek, ülke bunalıma ve bir çıkmaza sürükleniyor. Son olarak bu kör dövüşünden kazanın olmayacağını açıklıkla söylemek istiyorum. Ve kaybedenin ise mutlaka Türk milleti olacağının bilinmesinde fayda görüyorum...
Devam edeceğim