...Türklerde dokuz tuğ geleneği vardı. Dokuz sayısı, gökteki dokuz gezegeni temsil ederdi. Gökte dokuz kattı. Dünya dokuz bölgeye bölünmüştü. Cengiz, Han ilan edildiği zaman (1206) dokuz kollu beyaz bir tuğ dikilmişti...

            Türk devlet hayatında geleneğin, törenin önemli bir etkisi bulunmaktadır. Tarihteki Türk devletleri bir yönüyle geçmişe bağlı, diğer yönüyle geleceğe açıktırlar. Gelenek ile geleceği iyi bir şekilde uyumlaştırdıkları için tarihin her devrinde var olmuşlardır. Bu yönüyle Türk devletleri ne hayatın dışında kalmışlar, ne de geçmişi inkar edip bulundukları zamana hapsolmuşlardır. Bir Türk devleti yıkıldığında, aynı yapı ve geleneğe göre bir başka Türk devleti kurulmuş, Yahya Kemal'in deyimiyle devamlılık içinde bir gelişme yaşanmıştır. Örneğin; Göktürkler kendilerini Hunların devamı, Uygular da kendilerini Hun ve Göktürklerin devamı kabul etmişlerdir. Uygur hakanlarının Mete Han'ın seviyesine ulaşmayı amaç edindiklerini tarih kitapları yazmaktadır.

            Büyük Selçuklu Hükümdarı Mehmet Tapar'ın hakimiyet sembolü olan tahtına Harzemşahlar Sultanı Celaleddin Harzemşah'ın oturması, Türklerde ki devlet geleneğinin devamlılığına güzel bir örnektir. Sultan Sancar'ın adını Harzemşahlar'ın Sultanı olan Alaaddin Mehmet lakap olarak almıştır. Fatih Sultan Mehmet'in torununa Korkut, Yavuz Sultan Selim'in oğluna Oğuz Han isimleri vermeleri de Türk geleneğinin bir yansımasıydı. Ayrıca II.Murat'ın bastırdığı paraların üzerinde Kayı Boyu'nun damgası bulunurdu. Osmanlı tuğrası da geleneğe göre; Oğuz Han'ın takrir-i alametiydi. Osmanlı İmparatorluğu kurulurken, saray dışında yazılmış kitaplarda, sultanların ideal hükümdar oldukları, Hazarlardakine benzer şekilde mal ve hazine biriktirmekten kaçınan, fakir, son derece adil kişiler oldukları anlatılırdı. Tıpkı Orhun Yazıtlarında belirtildiği gibi; hükümdarların kaygısı tebaasının refahı idi. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu'nun en ihtişamlı döneminde de devam etmiştir. Fransız Filozof Pascal'ın ‘Düşünceler' isimli eserinde Kanuni Sultan Süleyman için söylediği sözler bu söylenenleri doğrular niteliktedir: "Dünyanın en büyük devletine hükmedip de, sadece kendi maaşıyla yetinen tek hükümdar, Büyük Türk Hükümdarıdır."

            Şaman inancında matemin sembolü olan siyah rengi, Osmanlı İmparatorluğunda da kullanılırdı. II.Bayezid'ın cenazesi İstanbul'a getirildiğinde Yavuz Sultan Selim ve devlet erkanı başlarına siyah sarık sarmışlardır. Kanuni Sultan Süleyman'ın ölüm haberi Başkente ulaşınca, sokaklarda kethüdalar, odabaşılar başlarına toprak serpmişlerdi. Devletin ileri gelenleri de yas elbiseleri giymişlerdi. IV.Murat öldüğünde, Akdeniz'de seferde bulunan donanmada bulunan ona yakın gemi katranla siyaha boyanmıştı.

            Türklerde dokuz tuğ geleneği vardı. Dokuz sayısı, gökteki dokuz gezegeni temsil ederdi. Gökte dokuz kattı. Dünya dokuz bölgeye bölünmüştü. Cengiz, Han ilan edildiği zaman (1206) dokuz kollu beyaz bir tuğ dikilmişti. Bu durum bir cihan imparatorluğu sembolü idi. Tanzimat'tan önce padişahların sefer-i hümayunlarında savaş bayrakları, Oğuz ananesini devam ettirdikleri için dokuz tuğdu. Bu açıdan Türklerde dokuz sayısının önemli, kutsal bir özelliği bulunmaktaydı. Dokuz sayısına önem verenlere selam ve hürmet olsun!

            Oğuzlarda yabgulara bağlı kumandanlara ‘sü-başı' denirdi. Diğer Türk devletlerinde de görülen bu memuriyet ünvanını Selçuklular Anadolu'ya getirmişlerdi. Osmanlı'da ise ‘sü-başı' şehirlerde zabıta görevini yerine getirirdi. Hun Devleti'nin doğu ve batıya ayrılışı; Göktürklerde, Uygurlarda, Cengizlerde, Harzemşahlarda, Memlüklerde, Akkoyunlulurda, Safevilerde devam etmiştir. Osmanlı devlet teşkilatının Anadolu ve Rumeli beylerbeyi olarak ikiye ayrılması, geleneksel Türk devlet teşkilatlanmasından başka bir şey değildir. Büyük Selçuklularda, Anadolu Selçuklularda, diğer Türk devletlerinde görülen "gulamhaneler", Osmanlı İmparatorluğu'nda Enderun olarak devam etmiştir.

            Türk devletinde hükümdarın yanında bilge kişi olması önemli bir gelenekti. Oğuz Han'ın yanında Irkıl Hoca, Dukak Han'ın yanında Korkut Ata, Cengiz Han'ın yanında Gökçe isimli Kam, Osman Gazi'nin yanında Şeyh Edebali, Fatih Sultan Mehmet'in yanında Molla Gürani ve Akşemsettin bulunmaktaydı. Hükümdarların yanında ki bu kişiler; bilgi, maneviyat, yaşayış ve davranışıyla çağının çok ilerisinde bulunan alim ve münevver kişilerdi.

            Bütün bu anlatılanlar Türk devlet ve toplum hayatının kendi iç dinamikleri bağlamında geliştiğini ve olgunlaştığını gösterir. Gelenek içinde gelişme, geleceği yakalamak için çözümün başka bir yerde aranmamasını sağlamıştır. İnancın ve kimliğin tanımlanmasında ve anlaşılmasında ise dışsal etkenler sadece kıyaslama açısından etkili olmuştu. Türk devlet yaşamı gelenek ile modern arasındaki mükemmel terkibi yansıtmaktaydı.

            Tanzimatla birlikte Batı'ya benzeme çabaları devlet ve toplum hayatında ikili bir yapının ortaya çıkmasına neden oldu. Toplum ve devlet hayatındaki ikili yapı zihinlere yansıyarak; her kavramın Batı'ya göre tanımlama hastalığını beraberinde getirdi. Böylelikle geleneksel yapı içinde gelişme kararlılığı çoğu zaman akamete uğradı. Türk-İslam geleneğinin Batı merkezli değerlendirmeye tabi tutulup tanımlanmaya tabi tutulması, özellikle kalem erbabı arasında yoğun bir tartışmanın başlangıcını da ortaya çıkardı. 20.Yüzyılın ilk başlarından itibaren münevver taifenin Batı'ya göre konum almaları, Batı merkezli olmak üzere ait oldukları medeniyeti anlamaya çalışmaları birçok fikri tartışmayı ve düşünsel çelişkiyi de beraberinde getirdi.    

Türk devlet ve toplum geleneğinde özenti yoktu. Devamlılık ve süreklilik içsel bir süreçti. Türk devlet ve toplumunda öteki yoktu. Öteki olsa bile, ötekine insani yaklaşılırdı. Devlet ve toplum hayatında gelişme ve durum başka bir toplum ya da devlete göre tanımlanmaz, kültürel gelenek ve töreye göre hareket edilirdi. Bu itibarla Türk devletinin ve toplumun her dönemde ki kimliği, Türk tarihine ve kültürüne göre tanımlanırdı. Bu tutum ve eğilim Türk'ün atını çağlar boyunca kıtadan kıtaya koşturmuştu. Bu bağlamda Türk medeniyetinin modernleşme ve gelişme serüveni de gelenek ve kültüre göre şekillenmişti.

            Bu anlatılanlara rağmen hala Batı dışı modernleşmenin mümkün olup olmadığı tartışılmaktadır. Batıya göre kimlik ve modernleşme tanımları, zımnen kendi kültürel geleneğimizden kopuşun itirafı olması bakımından üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken bir durumdur. Özellikle İslam'ı Batı'nın öteki konumunda görme fantezileri, ya da Batı'yla bütünleşme ayinleri kültürel fay hattındaki geleneksel gelişmenin bunalımı olarak değerlendirilebilir.

İbrahim Dağı, ‘İslami Kimlik Batı'sız Olmaz mı' isimli makalesinde; İslam'ın ne olduğunu ve kim olduğunu Batı'nın belirlediğini, modern dönemde İslami kimliğin Batı sorunsalı üzerine inşa edildiğini, Batı'nın 19.yüzyıldan itibaren yaşamın tüm alanlarını kuşatan tazyiklerine karşı yerli bir tepkinin biçimlendiğini, varlığını hep Batı'ya referansla gerekçelendirdiğini, Batı'nın gücü, teknolojisi ve müdahaleleri karşısında hep savunmada kalan İslami kimliğin, kendini Batı medeniyetine karşı bir direniş hareketi olarak nitelediğini, Müslümanların kafalarının arkasında bir türlü baş edemedikleri bir Batı sorunsalı taşıdıkları müddetçe tarihsel karşıtlıkların dışına çıkıp yeni durumlar karşısında yeni pozisyonlar üretmelerinin mümkün görülmediğini ifade etmiştir. (Zaman, 06.03.2007)

            İhsan Dağı'nın bu yaklaşımına Ali Bulaç, "Batılı Kimlik İslamsız Olamaz mı" isimli makalesiyle karşılık verdi. Anılan makalede Bulaç; Batı'ya Batı olması hasebiyle karşıtlık içinde olmanın en hafif tabirle ırkçılık olacağını, kendisinin de dahil olmak üzere Müslüman entelektüellerin neredeyse tamamının 21.yüzyıla üç kala AB üyelik sürecine tam destek verdiklerini, Türkiye AB üyesi olursa modernleşeceğini(sanki modern değilmiş gibi!), medeniyetler çatışmasının olmayacağını, fakat Avrupa'nın kısa zamanda hüsn-ü kuruntu içinde olduğunu kendilerine hatırlattığını, bir başörtüsünü bile tolore edemediğini, parti kapatmalarına kara kitaptan fetvalar ürettiklerini, İhsan Dağı'nın bir bilgi yanlışlığı yapmıyorsa büyük bir değerlendirme hatası yaptığını belirtmiştir. (Zaman,09.03.2007)

            Yani tartışmalar, ‘İslami kimlik Batı'sız olmaz mı?' ile ‘Batılı kimlik İslamsız olamaz mı?' arasına sıkıştırılmıştır. Kısaca inanç ve değerlerimizin Batı merkezli değerlendirme hastalığı bir kez daha zihinlerde vizyona girmiştir.

            Batı'ya göre durum ve konum tayini kompleksli bir düşünsel duruşun yansımasıdır. Batı her şeyin merkeziymiş gibi bir anlamlandırma, miyop bakış açısının doğmasına zemin hazırlamaktadır. Türk medeniyeti ki; her şeyi kendi konum ve durumuna göre tanımlarken, birden kendini başka durum ve konuma göre tanımlar hale gelmiştir. Bunun içinde inanç, değer ve ilkelerimiz ilk sırada yer almaktadır. Nitekim Batı'nın vazettiklerini mutlak itaat halinde kabule eden bir düşünsel manzara ortaya çıkmıştır. Böylelikle kendi gerçeğinden kopan toplum hayatı edilgen bir hale bürünmüş, toplumun fertleri kendine olan güveni kaybetmiştir. Bu çerçevede Türk toplum ve devlet hayatına karşı ortaya çıkan varlık sorgulamalarına cevap üretilmez olunmuştur!

            Çözüm başka bir şeye ya da birilerine benzemek değil, kendi özüne dönmektir. Geçmişle gelecek arasında uyumun sağlanması, yeni gelişme ve heyecanlara yol açacaktır. Yüzyıllar boyunca onurlu ve vakar duruşu sayesinde tarihin seyrini belirlemiş Türk medeniyeti, bunu bir kez daha gerçekleştirebilir...