Tam bir buhran halini yaşıyoruz. Eli kanlı teröristler alkışlarla karşılanıyor. At izi, it izine karışmış durumda. Akıllar karışık, zihinler bulanık milli vicdanlar sancılı...

Devlete olan inanç sarsıntı geçiriyor. Güven aşağıya düşüyor! PKK'lı bir grup teröristin teslim olmasıyla(!) ilgili zelil görüntüler ekranlarda gözümüzün içine sokuluyor. Aslında teslim olanın kim olduğunu herkes biliyor ve görüyor. MHP lideri Bahçeli'nin şu sözleri teslim olan, teslim alan arasındaki ilişkiyi net olarak gözler önüne seriyor: "...Bu, PKK'nın teslim alınmasını değil, AKP'nin ülkemiz sınırlarında teslim alındığını gösteren tarihi bir rezalet, ihanet ve melanet tablosudur..."

Ellerini, kolalarını sallayarak sınırlarımızdan içeri giren 34 PKK'lının 29'u kısa bir sorgudan sonra, geri kalanları ise mahallinde oluşturulan mahkeme tarafından suçsuz bulunuyor!

Gelin görün ki, bu 34 eli kanlı teröristlerden hiç biri terör örgütü mensubu olduklarını inkâr etmediler. Görevli savcıya verdikleri ifadelerinde, İmralı'daki bölücü başından önder diye bahsettiler. Üstelik onun tarafından verilen talimatla geldiklerini söylediler. Dağa çıkmaktan, geçmişteki hain eylemlerinden ve Türk milletine düşmanca tutumlarından da pişmanlık duymadıklarını dile getirdiler.

Türk Ceza Kanunun; anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları düzenleyen 309, 311, 312, 313 ve 314'ncü maddelerine muhalefet ettiklerini teyit ettiler.

Bu teröristler; gönüllü olarak terör örgütünde ayrıldıklarını bildirmediler. Bunlardan hiçbirisi, herhangi bir suça iştirak etmeksizin; pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermediler! Ya da sözde teslim olan teröristlerin arasından; örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgi bilgi veren de görülmedi. Yani, etkin pişmanlığı düzenleyen Türk Ceza Kanunun 221'nci maddesini uygulamak bu söylenenlerden yola çıkarak imkân dâhilinde olmayacak!

Bu da yetmiyormuş gibi; bir pişmanlık emaresi göstermeyen teröristler, utanmadan kendilerine barış elçisi sıfatını takmaktan geri durmadılar... Devlet Bahçeli bu aşamada haklı olarak soruyor: "Son ihanet tablosunda, silahı kimin bıraktığını anlayanınız var mıdır? Gelenlerde bir teslimiyet ve pişmanlık, bir suçluluk duygusu ve milleten utanma ve mahcubiyet var mıdır?  Dün yaptıkları katliamları yarın yapmayacaklarına dair bir terbiye hali, ıslah işareti var mıdır?" Gerçekten var mı bunlar? Elbette olmadığı ayan beyan ortada... Bu itibarla Bahçeli, bu gelişmeleri hazmettirilmek istenen seri alçaklıkların birincisi olarak tarif ediyor...

Başbakan Erdoğan ise gelişmeleri,  son derece olumlu ve sevindirici olarak gördüğünü belirtiyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay da, "Eve dönüş demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçasıdır" şeklinde sözler sarf ediyor. O zaman akıllara şu soru ister istemez takılıyor: Bundan sonra, çözülme ve dağılmayı getirecek daha hangi adımlara muhatap olacağız?

İçeri tıkılmaları gereken, yaptıklarının hesabını vermeleri icap eden hainler, koltuklarını kabarta kabarta serbest kaldılar. Beş kişiyle ilgili yaşanan ufak bir tartışma ve tutuklanmalarının gündeme gelmesi, AKP-DTP dayanışmasıyla bir anda aşıldı!  Bu süreçte, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, hükümete "hukukun, ceza yasasındaki hükümlerinin siyaseten yorumlanarak bir çözüm bulunmasını" önerdi. Ne günlere kaldık! Bir devletin temelleri işte böyle çatırdar... Türk devleti her halde hiç bu kadar küçülmemiş, hiç bu kadar zor bir duruma düşmemişti! Ne hale geldik?

Öyle ya da böyle, Habur sınır kapısından yansıyan görüntüler ve sonrasında yaşanılan rezaletler; terör örgütünün 15 Ağustos 1984 tarihinde gerçekleştirdiği Eruh baskınıyla patlak veren silahlı saldırılarının, çeyrek yüzyıllık seyrinde gelinmiş olan en dramatik ve endişe verici noktalardan biridir. Hukuk teröriste göre yorumlanmış, teslim olanlara eve dönmüş muamelesi yapılmıştır. MHP lideri Bahçeli bu konuyla da ilgili çok yerinde ve önemli bir durum tespiti yapmıştır: "...Dikkat buyurunuz, alkışlarla karşılananlar Mekke-i Mükerreme'den dönen hacı kafilesi değildir. Ya da alın terleriyle ekmeklerini kazanmak için gittikleri yabancı ellerden kesin dönüş yapan gurbetçiler değildir.  Milletini yabancı coğrafyalarda şerefle temsil etmiş Mehmetçik birlikleri hiç değildir. Bunlar, elinde bebeklerin, anaların, kadınların, şehitlerin kanı olan, silahlarına masum binlerce vatandaşımızın kanı bulaşmış hain teröristlerdir..."

PKK terör örgütünden 34 kişinin Türkiye'ye girişinde düzenlenen görkemli karşılama törenleri, tahrik edici gövde gösterileri Türk insanında tahmin ediyorum tam bir nefret duygusu uyandırmıştır. Sanki gelenler masum insanları mayınlı, keleşli saldırılarla katleden "uluslararası terör ve uyuşturucu örgütü" olarak bilinen bir örgütün mensupları değil de bir grup kahramandır...! Gerçekten de bir kırmızı halıları eksikti...

Gücünü hile, iftira, kan, entrika, fitne, nifak, dedikodu ve rivayetlerden olan güruh demokrasi temsilcileri olarak arzı endam ediyor. Kavramlar, temel ilkeler tam olarak birbirine karışıyor. Genel bir affın bütün şartları hazırlanıyor. PKK'lı hainler, yaptıkları yanlarına kar kalarak çok yakında toplumun arasında olacaklar. Bakın şimdiden, ilginç ve okuyunca şaşkınlıktan bakakaldığım öneriler ortaya atılıyor. Bir zamanlar, milliyetçi olduğuna dair değişik rivayet ve tevatürler olan ısmarlama bir kalem aynen şöyle diyor: 'Osmanlı gibi büyük düşünülmesini öneriyorum. Yani Apo'ya paşa rütbesi verilebilir. Osmanlı mantığıyla yaklaşırsanız, Bodrum Türkbükü'ne gönderilmesini öneriyorum." Yok daha neler demeyin, 21 Ekim 2009 tarihli Akşam Gazetesinde yapılan mülakatta bu sözlerin sahibinin M.Türköne olduğunu görebileceksiniz...! Bunları okuyunca tepkinizi tahmin ediyorum! Ama işlerin ne kadar çığırından çıktığını görmek bakımından bu sözler bence çok uyarıcı! Bir bakıma bu düşünceleri, İmralı canisinin siyasete girmesine zemin hazırlama olarak da yorumlamak mümkün!

Geldiğimiz bu süreçte, "Demokrasi, özgürlük, barış, uzlaşma, hoşgörü ve insan hakları" gibi önemli kavramlar, Türk milletinden intikam almak için kullanılmaya çalışılıyor. Eğer içinde geçtiğimiz zaman diliminde, demokrasiye özel ve ayrıcalıklı vurgu yapılıyorsa, her alanda demokrasinin yaşaması isteniyorsa, o zaman demokrasiye yapılan dikkat çekici atıf ve vurguyla toplumsal mesafelerin azalması, toplumsal-siyasal denetimin güçlenmesi gerekirdi.

Ancak, demokrasinin yoğun olarak kullanımı ve ifadelendirilmesi, toplumsal mesafeleri azaltmaktan daha çok artırmaya hizmet ediyor.

Devam edeceğim...