Tevfik Fikret'in ‘Sabah Olursa' isimli şiirini okumuşsunuzdur. Okumadıysanız ısrarla tavsiye ederim. Şiir şu dizeyle başlıyor: "Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk..." Gerçekten de sabah olacak mı bu memlekette? Tevfik Fikret'e göre evet... Ama bugünlerde fecr-i kazip'ten (yalancı şafak) başkasına şahit olmuyoruz! Ne acı değil mi?

Son günlerdeki gelişmeleri görüyorsunuz! Mide bulandırıcı ilişkiler, hıyaneti aşan açıklama ve tutumlar hepimizin gözü önünde cereyan ediyor. PKK ve İmralı'daki elebaşısı fiilen siyasetin merkezine taşınmış durumda! Mesajlar alınıp veriliyor! Bebek katilinin avukatları, temsilci rolüyle sürekli dışarıya haber çıkarıyorlar! Ve hükümet de bu rezaleti sessiz bir şekilde izliyor, sineye çekiyor. PKK terör örgütü, 12 Eylül Referandumunun hükümetin yumuşak tarafı olduğunu iyi gördü. Bu Referandumda, ‘Evet'  tercihinin çıkması yönünde her şeyi yapmaya kararlı görünen AKP tam bir bocalama yaşıyor. Referandumda alacağı mağlubiyeti engellemek için de yeni tezgâhlar peşinde...

Ana Muhalefet Partisi'nde de bir farklılık yok. Kılıçdaroğlu'nun Tunceli'de yaptığı konuşma ve ‘genel af' vaadi tam bir hezeyan ve gaflet! Batıya gidip başka konuşan, Doğuya gidip başka konuşan bir siyaset pratiğinin başarılı olması ihtimal dâhilinde değil. CHP liderinin ülkemizin Doğusundaki mesajları aslında gerçek niyetini yansıtıyor! Hatırlarsanız bununla ilgili daha önce de aynı içerikte konuşma yapmıştı. Ve dönemin CHP Genel Başkanı Baykal Kılıçdaroğlu'nun düşüncelerini tepkiyle karşılamıştı. Sonuç itibariyle diyebiliriz ki manzara iyice vahim bir hal aldı...

Aklı ve idraki yerinde olan, asgari milli ve manevi değerlere sahip olan herkes bu gelişmeleri endişeyle izliyor. Referandum, birleşmeden daha çok ayrışmayı körüklüyor. Taraflılık vaaz ediliyor, aksi halde bertaraflıktan bahsediliyor! Ve Türk milleti ateşle imtihan ediliyor. Demokratik özerklik, ikinci bayrak, ayrılma gibi alçakça sözler kolaylıkla ağızlardan çıkabiliyor. Sanki vatan toprakları babadan kalma miras toprakları gibi görülüyor. Doğrudur, bölücü mihrakların yeşerdikleri sosyal çevrede ağalık ve aşiret düzeni nedeniyle vatan toprağının derin anlamı kavranamamış olabilir! Ancak her karışında şehit kanı olan Türk vatanını hayasızca parsellemek kimsenin haddi değildir. Biraz düşünmek gerekiyor; bölücü zihniyetin ve ona çanak tutanların 90 yıl önce vatanımızı işgal eden melanetten ne farkı var?

Bu çerçevede üzerinde durulması gereken bir başka husus ise şudur: Ülkemizi bölmenin peşinde ve arayışında olanlar bu cüret ve cesareti nereden alıyorlar? Kabul etmemiz lazım ki, iktidarın başlattığı yıkım projesinin bunda büyük bir payı oldu. Nitekim bölücüler azdılar ve zıvanadan çıktılar!

Bir bakıma, kardeşlik projesi olarak maskelenen yıkım projesi; İmralı/Kandil/Barzani ve içerideki uzantılarının mücadeleyle sonuç alabileceklerine dair güçlü bir kanaat uyandırdı. Bölücülük rahat ve şımarık bir biçimde hareket etmeye başladı. Ar damarı çatlamışçasına rezil talepleri ileri sürdü! Neredeyse gece gündüz, ülkemizin bir yöresinde PKK yandaşlarının bir isteği-dayatması- kamuoyuna yansıdı.

Düşünebiliyor musunuz; cezaevinde yatan bir katil, Türkiye'nin siyasi gündemini tayin eder duruma geldi! Ve üstelik onunla müzakere yapıyor. İnanın bana MHP'den başka hiç kimse bu çirkinlik ve düşüklükle mücadele etmiyor ya da etmekten çekiniyor! Dünyanın neresinde böyle bir ahmaklığa ve çürümüşlüğe fırsat verilir merak ediyorum? Şunu artık herkesin kabul etmesi gerekiyor: İmralı'dan çetesine mesaj ileten bebek katiline engel olamayan bir siyasi iradenin terörle mücadele etmesi; tıpkı öküzü arabanın arkasına bağlamaya benzer. Nasıl araba bu haldeyken yürümezse, terörle de bu kafayla ve yapıyla asla mücadele edilemez...

İçinde bulunduğumuz süreç hızla bağımsız bir Kürdistan devletine doğru yol alıyor. Ve Referanduma gittiğimiz bugünlerde, bölücülük daha çok ivme kazanmış durumda. Hemen burada bir parantez açayım. Yüreğinde zerre kadar vatan sevgisi olan ve milliyetçi olduğunu iddia eden hiç kimse Referandumda evet oyu kullan(a)maz. Kullanırsa, kendisini ve düşüncelerini toptan reddetmiş olur ki, bu sonuçla artık milli eksenden tamamen kopmuş hale gelir...

Hız ve mesafe alan bölünme dinamikleri, Türk milletinin birliğini ve bütünlüğünü ateşe atmak üzere! Mesela bu süreçte Türk'ün dışında bütün unsurlar gündemde. Bir tek Türk konuşulmuyor ve bir tek Türk geri planda... O da kendi halinde... Ancak gelişmeleri de kaygıyla takip ediyor. Ve kızgınlığı gün geçtikçe artıyor. Ve unutmadan şunu açıklıkla söyleyeyim: Birlikte yaşayıp yaşamama konusunda son ve kesin hükmü mutlaka Türk verecektir. Türk'ün içinde ve yanında olmadığı hiçbir hedef amacına ulaşamayacaktır. Şimdi gelelim beni çok etkileyen bir makaleye... Yazarı Hürriyet Gazetesinden Ertuğrul Özkök. Makalenin ismi "Arkadaş; Nedir Türk'le derdin". Bu makaleyi 20 Ağustos 2010 tarihinde yazdı. Anlaşılan Özkök gelişmeleri gerçekten de fark etmiş... İşte o makalede önemli gördüğüm ifadeler:

"Son yıllarda, "Kürt kimliğini" çok konuştuk. İsterseniz şimdi biraz da "Türk olmak" nedir, onu konuşalım. Rahmetli babamdan bana kalan en etkileyici vatan menkıbesi şudur: "Oğlum, burası bizim son vatanımız. Gidecek başka vatanımız yok." Ben bu cümleyle büyüdüm. Bu cümleyle ülkeme bağlandım. Ordumuzu bu cümleyle sevdim. İşte bu cümle yüzünden kendimi, iç dünyamı, içimdeki asıl "Ben"i ifade edebildiğim en kudretli araç anadilim oldu... Ve bu "son vatanın" bana verdiği tutkuların, duyguların, hayatı yaşama keyiflerinin altında toplandığı tek kelime "Türk"tü..."Türk" kelimesinin içine hiçbir zaman, "Başkası"nı küçük görmek, aşağılamak; o aidiyete sığınarak başkalarına kötülük, haksızlık yapmak gibi hayasız, cibilliyetsiz fiilleri tıkıştırmaya kalkmadım. Ama "Türk, övün, çalış, güven" vecizesindeki manayı çok iyi anladım. O kelimeden hareketle kurulmuş "Türkiye Cumhuriyeti"nin bana sağladığı imkânlarla okudum, yurtdışında eğitim yaptım. Bu ülke bana mutlulukların en büyükleri neyse, onların hepsini verdi. Son günlerde "Türkler"i neredeyse, dünyanın "Deccalı" haline getirmek isteyen vicdansız bir kampanya sürdürülüyor. İşte böyle bir günde, ayağa kalkmak ve bütün gücümle haykırmak istiyorum: "Arkadaş, ben Türk'üm..." "Kendimi dünyanın en medeni insanlarından biri olarak hissediyorum. Türk aidiyetimle iftihar ediyorum... Arkadaş, Türkler; Birinci Körfez Savaşı'nda bir gecede kapısına dayanan 500 bin Kürt'ü bağrına basan insanlardır. Arkadaş, Balkanlar'da en küçük etnik çatışmada, insanların evlerinin kapısı işaretlenirken, Türkler, 30 yıl süren terör boyunca, tek ev işaretlememenin şerefini taşıyan insanlardır. Ve Türkler, "Türk" kelimesinin arkasında, yüceltilmiş bir ırkın zalim damgasını asla vurmadılar. Peki öyleyse, nedir alıp veremediğin "Türk" kelimesiyle? "Kürt"ü yücelteceğim diye "Türk"ü, "Türk gururunu" ayaklar altına almaya kalkmanın ne manası var? Nedir bu küçümseme, yok sayma; "Türk'üm" diyen herkesi "faşist", "ırkçı" diye damgalama sevdası. Yani "Su küçüğün, aşağılanma büyüğün"; öyle bir şey mi... Olmaz arkadaş, olmaz. Bu aşağılama ile bu nobranlıkla, bu "Kürtler milliyetçilik yapabilir, ama Türkler yaparsa faşist olur" kafasıyla Kürt sorununu çözemezsin. Neden mi? Cevabını rahmetli babam yarım asır önce kulağıma fısıldayarak vermişti: Çünkü burası bizim son vatanımız. Gidecek başka yerimiz yok..."   

Evet, Anadolu bizim son anayurdumuz. Bunun kararını 939 yıl önce Malazgirt'te vermişiz. Buradan çıkmamız ya da gitmemiz söz konusu değil. Bunu anlamayanlara, ayrılma ve bağımsızlık sevdasına kapılanlara, şehitlerimizin emaneti topraklardan zerre kadar parça koparma hayali görenlere Türk milleti azametli şamarını mutlaka indirecektir...

Ve kimse unutmasın ki ‘Türk' son sözünü söylemedi...

- - - - -