Osmanlı İmparatorluğu, 1444 tarihindeki Varna Zaferinden 1571 tarihli İnebahtı Deniz Savaşına kadar geçen 127 yıl içinde, hiçbir savaşta mağlup olmadı. Savaşlarda ki zaferlerin yanı sıra, her konuda istikrar ve düzenin hâkim olduğu Osmanlı'da, 1492-1565 yılları arasında, yani 73 yılda fiyatlar bile hiç artmadı.

Bu anlatılan dönemlerde yaşayanlar, muhtemeldir ki Türk tarihin en şanslı ve ayrıcalıklı insanları olarak kendilerini tanımlamışlardır.

Bir kere düşünün; bu yıllar içerisinde nerden bakarsanız bakın, ortalama iki nesil hiç yenilgi yüzü görmedi, yenilgi nedir bilmedi. Bu muazzam sosyal ve siyasal yapıda madde ve mana eşit bir biçimde doruklara çıktı. Osmanlı medeniyetinin her alanda yükselmesi; gerçekte devlete duyulan tartışmasız bir inançtan, insanların kendine ve Türk milletine duyduğu gözleri kamaştıran güvenden kaynaklandı. Çünkü o dönem Osmanlı insanı, tarihi yapan ve tarihe yön veren bir İmparatorluğun ferdiydi. Zira bundan daha büyük bir gurur da olamazdı.

Osmanlı padişahlarının oturduğu tahtın arkasında aynen şöyle yazar: "Veliyu külli mazlumun". Yani, bütün mazlumların koruyucusu... Âleme nizam verme iddiasında olan bir medeniyetin hünkârının, bütün mazlumların koruyuculuğuna talip olması, Osmanlı medeniyetinin hangi aşamada olduğunu gayet net bir şekilde gösterir.

Bu kadar muhteşem bir maziden, bu kadar hazin bir bugüne gelmek ve onun içinde yaşamak büyük bir trajedidir. Rahmetli Cemil Meriç mazi ve hali ilişkilendirdiği bir sözünde aynen şöyle demektedir: "Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir"

Gerek bireyde, gerekse de toplumda derin hayal kırıklıkları karamsar ve umutsuz duyguların hâkim olmasına yol açar. Bu duyguların uzun süre devam etmesi ise birey ve toplumda güvensizliğe ve depresyona yol açar. Bunun en önemli işareti ise çelişkilerin topluma hâkim olmasıyla ortaya çıkar. Şu da bir gerçektir ki, çelişkide bocalayan, yön arayan bir toplum yanlışı savunacak gerekçeyi kolaylıkla bulur. Uzunca bir süredir bu durumu aynen yaşamaktayız.

Bugünün trajedisi sadece yönetim meselesiyle ilgili değildir. Her açıdan ve bütünüyle bir toplumsal dram yaşanmaktadır.  Televizyonlarda yayınlanan manken-şarkıcı programları, yılbaşı gecesi yaşanılan taciz rezaletleri, artan suç oranları, tecavüzler toplumsal patolojik bir durumun ortaya çıktığını kanıtlar niteliktedir. Nihayetinde masum çocuk edasıyla, utancımızdan elimizi gözümüze götürmek zorunda kaldığımız o kadar çok olay, ulu orta yerde meydana gelmektedir ki...

Yine rahmetli Cemil Meriç; "muvazaalar her zaman tehlikeli olmuştur. Bugüne getirdikleri kolaylığı yarın çıkaracağı imkânsızlıklarla bize ödetebilir", diyerek gerçekçi bir tespitte bulunmuş, sanki bugün içinde bulunulan toplumsal muvazaaları deşifre etmiştir.

Skandallar, değerlere aykırılıklar, çarpıklıklar artık ve ne yazık ki olağan karşılanır olmuştur. Büyük medeniyetin bu yüzyılda ki insanlarının çaresizliği her seviyede ve biçimde kullanılmakta, sürekli istismar edilmektedir. Bu toplum artık fakirliğini ya da ezilmişliğini kullanarak çıkar sağlamaya alıştırılmak üzeredir. Herkes bir yerlerde kendini acındırarak yaşamaya başlamıştır. Bir televizyon kanalında yayınlanan ve sözde ünlü türkücülerin yer aldığı; ‘Hayalin İçin Söyle', isimli bir yarışma programı bu anlatılanlarda gelinen aşamanın vahametini gözler önüne açık bir biçimde sermektedir.  

Hâkim toplumsal ve siyasal sistem şahsiyetli insanın varlığını ve devamlılığını sağlayacak özellikler taşımamaktadır. Dünün mağdurları bugünün zalimleri mertebesine gelmiş durumdadır. Bu bağlamda, bilinçli ve kontrollü bir azınlık; çevreden merkeze gelmenin keyfini her türlü kuralsızlığı oluşturarak sürmektedir. Toplum unutulmuş, bireyden vazgeçilmiştir. Süslü ve hamaset yüklü sözlerle, gelip geçicilikten bahsederek musalla taşı edebiyatı yapanlar yarınlarımıza gerçekten ve üzülerek söylemeliyim ki kast etmektedir.

Veren al alan elden üstündür, inancına sahip bir medeniyetin mensupları sürekli almaya programlanmış durumdadır. Bizim inancımızda Müslüman'a yakışan en güzel davranışın, zenginliğe sahip olmadığı zaman sabretmesi, bir servet sahibi olduğu zaman ise bunu Allah yolunda en güzel şekilde kullanması yok mudur? Kaldı ki çalışmak, her şeyden önce Yüce Allah'ın emridir. Peygamberimiz de, hem çalışarak Allah'ın emrine uymuş, hem de yapıcı ve üre­tici bir insan olarak Müslümanlara örnek olmuştur.

Pasif bir toplumsal sistem kurgulayanlar; fakirliğinden, çaresizliğinden, ezilmişliğinden, dışlanmışlığından dolayı mensubiyet bilincini sorgulayanların; günü birlik ihtiyacını karşılayarak, gelecekte oluşabilecek toplumsal direncin milli merkezde toplanmasını şimdiden engellemeye çalışmaktadır.

Her ne kadar, yukarıda ifade edildiği üzere, sinsi bir plan varsa da; bunun sürekliliği söz konusu değildir. Her ülkede olduğu gibi, ülkemizde de sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmeyi milliyetçiler gerçekleştirecektir. Bütün Batı demokrasileri aydınlanma, endüstrileşme ve kentleşme süreçleri sonunda kurulmuştur. Bunları birleştiren ve ortak hedefe odaklandırıp ulus-devlet felsefesinde buluşturan şüphesiz milliyetçilik olmuştur. Demokrasiyi, sadece oy ve sandıkla özdeş gören sorunlu kişiliklere Kenya örneğini hatırlatmak isterim. Burada da demokrasi, oy ve sandık çerçevesinde yorumlandığı için Başkan Mwai Kibuki'nin kabilesiyle, muhalefetteki Raila Odinga'nın kabilesi resmen birbirini doğradı. Beş yaşında ki çocuklara bile tecavüzlerin olduğu, 1994 yılında Ruanda'da ortaya çıkan etnik temizliğin bir benzeri bugün maalesef Kenya'da yaşanmak üzeredir!

Bilindiği üzere Batı, uzlaşmazlığa yol açacağı için değerler üzerinden değil, yöntemler üzerinden toplumu bir araya getirmiştir. Çünkü değerler üzerinden yapılan tartışmaların nelere mal olduğunu çok iyi anlamıştır. Batı aynı zamanda düşünceyi hayata uydurmuştur. Biz ise hayatı düşünceye uydurmanın kolaycılığına kapıldık. Ne yazık ki bunu da başaramadık. Onun için Türk kimliği aşındırıldı, etnik bölücü terör cesaret kazandı. AB ısrarla farklı yol ve yöntem kullanarak, içine almayacağını söylese de, biz aynı ısrarla gireceğimizi söyledik. Özgüvenimizi kaybettik, Türk'üm demekten utanır bir hale geldik. Böylelikle, birbirine güvenmeyen, birbirine muhabbetle bakmayan bir toplumda herkesin yaşadığı, ama yaşamaktan da kimsenin pek memnun olmadığı bir komedya maalesef Türk medeniyetinin vizyonuna girmiş oldu.

Öte yandan milli olan kişi ya da yaklaşımlara karşı sistemli bir karşı duruş ve sindirme politikasında-bir kısım sözde aydın ve siyasetçi marifetiyle- artış söz konusudur. Talleyrand; dilin görevi hakikati gizlemektir, derken aslında milli olan her şeye karşı savaş boyaları sürmüş bugünün devşirilmiş aydınını da kast ediyor olsa gerek! İşte onlardan birisi: Nobel Edebiyat Ödülünü alan Orhan Pamuk, 2006 yılında Alman Yazarlar Birliği Barış Ödülünü alırken şöyle demişti: "Avrupa Birliği'ne inananlar sorunun barış ile milliyetçilik arasında olduğunu bir an önce görmeli. Bu ikisi arasında hepimiz seçimimizi yapacağız: Ya barış, ya milliyetçilik" Bu sözlerin benzerlerine ziyadesiyle alışkınız, ama yinede söylemeden geçemeyeceğim: Ne kadar hazin, ne kadar yazık!

Bunlar yetmezmiş gibi bir de eski milliyetçi olduğuyla ilgili değişik rivayetlerin ortalıkta gezdiği bazı zevatın tahrik edici sözleri yeni bir taktik sürecin başladığına da işaret etmektedir. Bu menem bir şeydir ki, milliyetçiyken, daha sonra başka bir şey olunsun! Üstüne üstelik söz ve eylemleriyle geçmişini(eğer varsa) yok sayan kişilerin, ikbal uğruna hangi değerlerinden vazgeçebileceğini göstermeleri, gelecek nesiller için çok anlamlı dersler içermektedir!

Milliyetçiliğin hem vazettiklerine, hem de bizatihi kavramın kendisine karşı kinini her fırsatta açığa vuran devşirilmiş köksüz aydınları bir dereceye kadar anlamak mümkünken, milliyetçi gelenekten geldiği yönünde muhtelif iddiaların olduğu kişileri, en azından birazcık da olsa insaflarını kaybetmemişlerse hangi oyunun içinde olduklarını görmemelerini(?) anlamak mümkün değildir!

Diğer taraftan inancını biçim ve şekle göre yaşayan bu zamanın müseylimleri, Türk milletinin en idealist ve cesur yüreklilerini ar damarı çatlamışçasına yalan yere suçlamakta, dün içinde olduklarına utanmadan, toplumun en hassas olduğu konularda iftira atarak siyaset bezirgânlarına malzeme yapmaktadırlar. Yani kuşatma bütün şekliyle tamamlanmış görünmektedir. Bu nedenledir ki Türk medeniyeti bir bunalımın girdabına düşmüş durumdadır. Ama yinede bu durumdan çıkaracak olanlar, yukarıda değinildiği üzere milliyetçiler olacaktır. Bunun nasıl yapılacağı ise başka bir makalenin konusunu oluşturacak kadar geniştir.

İdealler, insanları hayata ve kimliklerine bağlar. İdealsiz, amaçsız, ufuksuz ve bunalım içinde olan insanların içinde bulundukları medeniyete bir katkılarının olması düşünülemez. Onun için insanımız bunalımdadır. Bundan dolaydır ki toplumsal sistem de amansız bir açmaza doğru sürüklenmektedir. Fakirliğinin/çaresizliğinin giderilmesi için değil de, devamlılığını sağlayarak günü kurtarmanın hesabında olanların rasyonel karar almaları mümkün değildir.  Alsalar bile bu birilerinin söylediğinin aksine demokrasi olmaz.

Amacım korkutmak, felaket tellallığı yapmak değil. Ancak geldiğimiz aşama budur. Her şeye rağmen bu süreci değiştirmek ve medeniyetimizi eski ihtişamlı günlerine taşımak mümkündür. İstanbul'un fethinin 600.yıldönümü olan 2053 yılı, Türk medeniyeti için yeni bir hedef olarak heyecan vericidir. Bu hedefe sahip çıkalım...