Her toplumun kaldırabileceği, taşıyabileceği sosyal, ekonomik ve siyasal yük belli ve sınırlıdır. Bu sınırın üstü, toplumsal yapının çökmesine, ezilmesine ve dağılmasına yol açar.

Toplumsal yapının mukavemet gücünü en çok zedeleyen ise manada yaşanan tahribat, maddede görülen bozgun halidir. Bu kapsamda, ortaya çıkacak olumsuzluklar bir süre sonra ve doğal olarak kişilerin anlam dünyasını alt üst edecektir. Kısaca bu hal karşısında yaşamanın ne kadar gerekli olduğu sorgulaması yapılacak; intiharlar, ruh hastalıkları, iç kargaşalar, tecavüz, taciz ve skandallarla iç içe bir sosyal hayat-ki buna hayat denirse- kendisini gösterecektir. Peki, bu anlattıklarımdan farklı bir Türkiye manzarası var mı? Eğer varsa nerede ve hangi biçimdedir? Gelin, bunu biraz sorgulayalım...

Bana kalırsa, fert ve genel anlamda toplum, bugünkü zaman diliminde kendi kaderine terk edilmiştir. Yalnızlık bir kâbus gibi, zaten sorunların cesameti altında ezilen biçareleri köşeye sıkıştırmıştır. Bundan sonraki aşama ise tam teslimiyet ya da başkaldırma hali olacaktır!

Bugün ülkemizde yaşayan insanların kahir ekseriyeti, hayatın ortaya çıkardığı müşkülatların üstesinden gelememiş, geleceğe dönük ümitlerini büyük oranda kaybetmiştir. Toplumsal alanın her bir bölümü sürekli gerilim ve kavga üretmekte, huzur ve mutluluk deyim yerindeyse hep teğet geçmektedir. Normalleşmeye azami derecede ihtiyacı bulunan bir sosyal yapının, devamlı gerginlik imal etmesi, birlik ve bütünlük açısından çok tehlikeli sonuçlar ortaya çıkaracaktır.

Mahalli idareler seçimi münasebetiyle, Türkiye genelinde ortaya çıkan manzarayı, beliren tartışmaları, aslına bakılırsa çok dikkatlice incelemek gerekiyor. Üzülerek bir şeyi ifade etmek istiyorum: Millet fertleri süratli bir şekilde birbirinden uzaklaşıyor, birbirine tahammül edemez bir aşamaya geliyor! Zihinlerinde bir arada yaşama felsefesi alabildiğine sorgulanıyor! Hükümet etme sorumluluğunu umdesinde taşıyanlar ise, Türkiye'yi cephelere ayırarak, zaman zaman çatıştırarak yönetmeye çalışıyor. Ülkemiz bir meçhule doğru hızla ve baş aşağı uçuyor...

Öte yandan Batı, kendi içinde ortaya çıkan bir kavga alanından daima tarafsız bir alana geçmeyi başarmıştır. Mesela, din-mezhepte dâhil- savaşları yerini 19.yüzyılda kültürel ve ekonomik kaynaklı ulusal savaşlara, nihayetinde salt ekonomik mücadelelere bırakmıştır. Bir evreden, başka bir evreye geçerek dengeye ulaşan Batı toplumsal yapısı, bir önceki tartışma ve gerilimli yüklü alandan, tarafsız ve sakin bir araya geçerek uzlaşabilmeyi her zaman başarabilmiştir.

Bizde ise, tarafsız uzlaşma sahaları hiç oluşturulmadı dersek gerçekten yanlış yapmayız. Uzlaşmanın önemi üzerine değişik kesimlerden, farklı zaman ve mekânlarda görüş ileri sürülse de, uzlaşmanın manasına uygun bir hareket tarzı şu ana kadar kapsamlı olarak ortaya çık(a)mamıştır. Ancak, uzlaşmanın önemi ve hayatiliğine yıllardan beri sürekli vurgu yapan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi, burada ayrı tutmak ve hakkını teslim etmek gerekiyor.

Kabul edilebilir bir uzlaşma ve ilişkilerde medeni boyut eksikliği, bugün muhatap olduğumuz sorunları adeta tetiklemektedir. Türkiye'yi yönetme ve geleceğe taşıma iddiasında bulunan iktidar zihniyeti de, ne yazık ki haysiyet imtihanından kırık not almış, bu itibarla etki alanı giderek daralmıştır.

Kendi dışındakilere hayat hakkı tanımama konusunda son derece istekli ve azimli olduğu görülen bugünkü iktidar partisinin, hızlı ve aceleci bir otoriteleşme eğilimi hemencecik fark edilmektedir. Devlet kavramını sivil toplumun önüne ve üstüne geçiren Hegel'in düşman tanımlamasında ifade bulan, ‘moral fark' kavramı, artık iktidara benzemeyenler için rahatlıkla kullanılabilmektedir.

Nitekim en temel kavramlar iktidar erki tarafından; karşıt siyasal düşünceyi engellemek, kendi siyasal girişimlerini meşrulaştırmak ve muarızını diskalifiye etmek ya da demoralize etmek amacıyla fütursuzca dillendirilmektedir.

En büyük endişem şudur: Alman siyaset bilimci ve hukukçusu Carl Schmitt'in yaklaşımıyla söylersek; eğer bir toplumsal yapıda, parti politikalarına ilişkin ihtilaf ve ayrılıklar biricik karşıtlıklar haline gelmişse, iç politikanın sınırına gelinmiş demektir. Yani bir anlamda bu nokta, normal yollarla sorunların çözülemeyeceği bir aşamaya gelindiğine işaret eder. Bu halde, dış kaynaklı bir düşman tanımlamasına yer ve ihtiyaç yoktur. Düşman kampları zaten iç bünyede oluşmuş, iç politikayı belirler ve yönlendirir noktaya gelmiştir. İşte böylesi bir durum karşısında, toplumsal hayatın çevresi pimi çekilmiş dinamitlerle örülmüş olur.

Bundan dolayı mevcut siyasal sistemin unsurları birbirinde süratli bir şekilde uzaklaşmakta ve ayrışmaktadır. Bu sorun yeni değilse bile, kemikleşip, içselleştirilmesi son altı yılda olmuştur.

Burada bir hatırlatma yapalım. İnsanlar siyaset yoluyla, kendilerini tanımladıkları bir mekânın çerçevesini oluştururlar. Fertler ne olduklarını, kim olduklarını ve ne olmak istediklerini ya da ne olmak istemediklerini siyaset kavramıyla tayin etmek isterler.

İşte tam da burada bir karşıtlık kendisini hissettirir. Nitekim siyasal karşıtlık da en yoğun ve uç karşıtlık olarak kendisini gösterir. Şu hususu da ihmal etmiyorum: Tüm siyasal kavramların, ideolojilerin bir yönüyle polemik bir karakteri vardır. Belki de olması gerekli ve doğaldır. Bu polemik taraf bir aşamaya kadar; elbette karşıtlıkları beslemekte, desteklemekte, müttefik ve taraftar oluşturma konusunda muhataplara lojistik imkan sağlamaktadır.

Nihayetinde somut durumu kavrayan ve anlayan siyaset tasavvurları, pratik ve uygulanabilir çözüm metotlarını, basit formüllerle bireye ulaştırmakta, böylelikle tercih edilebilme yönündeki isteklerini açığa vurmaktadırlar. Ancak siyasetin gayesi olan yönetme ve terakki meselesi, polemik düzeyinin yüksekliğinden ve idealsizliğinden dolayı, ister istemez toplumsal katmanlara kamplaşma olarak yansımaktadır.

Bir yerde siyaset varsa, derecesi değişen bir şekilde dost ve düşman kavramından bahsetmek mümkündür. İç bünyede siyaset paradigmasının neden olduğu düşman ve dost ayrımının, doruk noktası ise siyasal varlığın bölünmesi, parçalanması ve dağılmasıdır. Bu minvalde ferdin taraf olma duygu ve isteği ortadan kalkarsa siyasetin de ortadan kalkacağına inanıyorum. Ayrıca, bir milletin dost-düşman ayrımı yapamaması ya da yapmak istememesi, o andan itibaren siyasal açıdan bir anlam ifade etmeyeceği, varlığının da sona ereceği bir aşamaya yaklaştığını gösterir.

Önemli bir hususun altını ısrarla çizmeyi faydalı görüyorum. Siyasetin; ruhunda ve özünde mücadele ve karşıtlık varsa da, mevzi kapma, menfaat elde etme anlayışının olmadığını söylemeliyim. Ne var ki, idealde böyle olsa da, siyaset mekanizmasının Türkiye'de işleyişi bozulmuş, dengesi kaybolmuş ve sürekli çatışma üreten bir yapıya bürünmüştür. Elbette, böylesi bir negatif imgenin toplumsal hayatın hayrına olmayacağı aşikârdır.

Mahalli idareler seçim süreci, ülkemizde bir kez daha siyasetteki geriye gidişi, siyasal azgelişmişliği gözler önüne sermesi bakımından önemli bir fırsat vermiştir. Demokrasi marifetiyle iktidara ulaşılıp, demokrasiye bu kadar ağır hasar verilen başka bir dönem olmuş mudur samimiyetle merak ediyorum!

Yukarıda da belirttiğim gibi, siyasetin doğasında polemik ne kadar tabii ise; iftira, karalama, aşağılama, küçük görme, horlama o kadar yanlış ve marazidir. Vatandaşın gözünde değer sahibi olması gereken, daha iyiyi ve güzeli bir yönetim projesi olarak sunma amacı taşıyan siyaset modellerine şu an çok ihtiyaç vardır. Objektif ve kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, bu modeli MHP lideri Devlet Bahçeli'nin uygulamaya çalıştığı görülüyor.

Fertlerin esas sorunlarına odaklanan Bahçeli, kafası karışan, idraki dondurulmaya çalışılan, tarihin akışında yüzyıllarca özne olmuş Türk milletine layık olan ne varsa hazırlama ve verme mücadelesini doğudan batıya, her platformda yapmaya çalışıyor.

Ne var ki, hâkim siyasi iradenin gözü dönmüşçesine, her şeyi propaganda vasıtası olarak görmesi; son padişah vb. ifade ve sıfatların halkta heyecan uyandırmak amacıyla pazarlanmaya çalışılması, şuurun yerini sanal kahramanlık menkıbelerinin aldığını kanıtlıyor. Buda oyunun kuralını bozuyor. Bir milletin yaşaması ve devamlılığını sağlaması için elbette kahramanlıklara ihtiyaç vardır. Ama bu kahramanlıkların sahici ve inandırıcı olması gerekir. Türk kimliğinin alaşağı edilmesi ve sonrasında Türk milletinin kahramanı olmaya talip olunması esas itibariyle, içinde çelişkilere batmış bir anlayışın çırpınışını resmetmektedir. Bir hususu kesinkes kabul etmemiz gerekiyor: Her toplum, kendi yaşadığı tecrübelerin olgunlaştırdığı kimlik ve kişilikle dünyaya bakar. Montesguieu ve Fransız Aydınlanma Devri düşünürlerince ele alınan milli ruh; Herder, Alman romantikleri ve Hegel tarafından işlenen milli karakter fikri bu bakış açısının anlam ve içerik kazanmasının bir yansımadır. Peki, milli olan değer ve kıymetlerdeki bunca tahribattan sonra; neyin ve kimin kahramanı olmak için arz-ı endam ediliyor?

Buradaki amaç, millet için bir şey yapmadan, yapıyor imajı vererek, siyasi amacı takviye etmekten başka bir şey değildir. Oy amacıyla dağıtılan ve tamamen toplumu durağanlaştırarak siyaseti rayında çıkaran uygulamaların, üretim ve çalışma disiplininden kopmuş sosyal yapıyı ortaya çıkaracağı ortadadır. Kim daha fazlasını verirse ondan olacak bir toplum yapısının, şahsiyetinden bahsetmek ne kadar mümkündür? Açık arttırmayla verilecek destek ve katkının rasyonelliğinden bahsedilebilir mi? Peki, gelecekte, Türk milletini topla tüfekle yenememiş mihraklar, daha fazlasını verdiği zaman bağımsızlıktan vaz mı geçilecek? Bu çok tehlikeli gidişat mutlaka tersine çevrilmeli, insanların ihtiyaçları canlı yayınlara konu edilmemeli, açık ve ulu orta deşifre edilmemelidir.

Türk milletinin milli karakterini yıpratan böylesi davranışlar, gerçek anlamda bağımlı ve verilecek paketlere gözünü dikmiş bir kitlenin egemen olmasını da beraberinde getirmektedir. Bu son aşama siyasal birlik fikrini dağıtacak, herkesin kendi derdine düştüğü hastalıklı ve vurgun yemiş bir sosyal yapının ortaya çıkmasına neden olacaktır. İşte bugünkü siyasi zihniyetin verdiği en büyük zarar gerçekte budur!

Devamlılığını, demokrasinin kurallarını bozarak, siyasetin yozlaşmasına neden olarak sağlayan baskın siyasi anlayış, yoksul kitleyi günü birlik yardımlarla ayakta tutmaya çalışarak ve bunu toplumun geneline yayarak acayip bir dönemin kapısını ardına kadar aralamıştır. Bu bana göre siyasetin de sonuna yaklaşıldığını göstermektedir. Bu sürecin, millet kavramını umursamayan, bağımsızlığı önemsemeyen, kendi derdine düşmüş, menfaat odaklı bir yaşam planı yapan ve kim daha fazla verirse onun peşine takılan hastalıklı bir toplumsal yapıyı ortaya çıkaracağından herkes emin olmalıdır. Görüldüğü kadarıyla bu aşamaya çok az kalmıştır.


Verdiği vergileri, cülus olarak alınca sevinen ve verene bağlanan kitlenin ideal bir amacı olabileceğini düşünmek aşırı bir iyimserlik olacaktır. Siyasi projelerden; birinin gidip, ötekinin gelmesine dayanan demokrasinin işlevselliği de tam olarak sakatlanmıştır. Zira bir yerde bir kavramdan ne kadar çok bahsediliyorsa, o kavramın içi o kadar boşaltılmıştır.

Tarihimiz cülus dağıtımı konusunda yaşanılan ibretlik örneklerle doludur. Cülus, Arapça bir kelimedir ve oturmak anlamına gelir. Bir padişahın vefatı veya tahttan indirilmesi neticesinde yeni padişahın, tahta çıkma törenidir. Topkapı Sarayındaki Babü's Saade önünde yapılan cülus törenleri aynı zamanda çokta görkemliydi. Sultan II.Beyazid'in 1481'deki cülusundan, Sultan Vahdeddin'in Temmuz 1918'deki cülusuna kadar yapılan törenler Babü's Saade'de gerçekleşmiştir. Cülus merasimlerinin en hazini son Padişah Vahdeddin döneminde olmuştur. Padişah tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu 1.Dünya Savaşındaydı ve İstanbul her gün İngilizler tarafından bombalanıyordu. Ancak, cülus günü şehir bombalanmamıştı. Cülus merasimi öncesi, vefat eden padişahın naaşı yeni padişaha gösterilirdi. Böylece padişaha bütün insanların sonunun nasıl olacağı hatırlatılmış olurdu. Ağabeyinin naşını gören Sultan Vahdeddin'in şöyle dediği rivayet edilir: "Meğer saltanatla teneşir arası ne kadar kısaymış"

Evet, hayat bir ölümlü için gerçekten çok kısa. Ancak dün nelerle uğraşıyorsak bugünde benzerleriyle boğuşuyoruz. Dün cülus vardı, bugünde yardımlar var. İkisinin de ortak özelliği; iktidarı sağlamlaştırmak üzerine kurulu. Ama tarih verilen cülusu beğenmediği için kazan kaldıranların varlığını da gösteriyor. Acaba o zamanlar bugünlerden daha mı sorgulayıcı ve kararlıydık diye düşünmeden edemiyorum... Hakkına razı olmaktansa, daha fazlasını dileyen ve isteyen bir zihniyet etkin değilse bile, aldığını yeterli görmediği zaman gözünü daldan budaktan ayırmayan bir sosyolojik yapı... Peki, bugünkü hal? Nereye, hangi hedefe doğru gittiğimizi biraz düşünmeye değmez mi? Ne dersiniz, biraz bu meseleler üzerine kafa yormak gerekmiyor mu? Son tahlilde; siyaseti tüketmeden, değerlerimizi sarsmadan, kavramların anarşisine kapılmadan ve toplumsal şahsiyeti bitirmeden kutsal vatan emanetini gelecek nesillere nasıl devredeceğiz meselesi üzerine mutlaka eğilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Ya siz ne düşünüyorsunuz?...