Makalenin başında demokrasinin anlamı üzerine birkaç söz söylemek sanıyorum yerinde olacak.

Demokrasi insanları birer vatandaşa dönüştüren, iktidarın keyfiliğine, güçlülerin çıkarlarına karşı koruyan, düzenli bir toplumu amaçlayan fenomen bir kavramdır.

Peki, bugünkü şartlar altında, demokrasinin gerçek amaç ve işlevi ne kadar görünür ve hissedilir? Herhalde buna verilecek olumlu bir cevabın olmadığı ortada... Demokrasi her şeyden önce yaşayan yâda var olan toplumun dengesini, düzenliliğini hedefler. Bunu yaparken de, özgürlük ve sorumluluk alanlarını birbirinde ayırmaz.

Bir bakıma demokrasi, ortak taleplerin, müşterek duyguların, birlikte yaşama inancının oluş sürecidir. Bundan dolayı Jürgen Habermas, demokrasiyi ortak bir talebin oluşma merhalesi olarak tanımlar. Eşitsizliğin, keyfiliğin, ayrıcalıkların egemen olduğu bir toplumsal yapıda demokrasinin ısrarla dile gelmesi, kavramın sakatlanmasına, asıl amacından sapmasına ve düzensizliğin sürmesine neden olur.

Ayrıca demokrasi konuşulmayacak olanları konuşmak değil, konuşulması gerekli olan ve uygulanmasına ihtiyaç bulunan taleplere kalıcı ve kuşatıcı cevaplar üretmektir. Bu itibarla, Başbakan Erdoğan'ın Eylül ayı ulusa sesleniş konuşmasındaki; "...Bu süreçte herkes içindekini samimiyetle söylemeli; bugüne kadar söylenmemiş, söylenememiş olanlar da açıkça, korkusuzca dile getirilmeli ki, ortak bir yol bulunsun, o yola da bir daha gölgeler düşmesin..." sözleri, demokrasiyi değil, anarşiye giden puslu yolu inşa eder. Bugüne kadar söylenmemiş, söylenememiş ne vardır? Bu zamana kadar söylenememiş sözlerin, neden söylenemediğini, bunların neler olduğunu samimiyetle ve açıklıkla itiraf etmek gerekmiyor mu?

Birde şu açıdan bakalım. Söylenmemiş sözler, söyleme hürriyetini ortadan kaldırıyorsa, yine de bu tavırda ısrar edilmesi doğru mudur? Sözün doğruluğunun yanında, sözü söyleyenin de doğru olması gerekmez mi? Nedendir bilinmez, ama söylenmemiş sözlerden bahsedenler, kendilerine en ufak bir söz söylendiğinde kıyameti kopartmıyor mu? O zaman, düşünce ve davranışta zıt ve ihtilaflı bir duruşun demokrasi kılıfıyla kapatılması mümkün olmayacaktır! Nitekim demokrasiyi içselleştirmeyen zihniyetlerin, demokrasi üzerinden ahkâm kesmesini, toplumun anlam bunalımına girmesinin en belirgin ve öncelikli sebebi olarak değerlendiriyorum.

Öte yandan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM açılış konuşmasında; birlik fikrini koruyarak farklılıkları yönetmenin, modern demokrasilerin en ciddi sınavı olduğunu ifade etmişti.

Demokratik rejimlerin, birbirinden farklı düşünen ve yaşayan bireyleri kucaklayan, çoğunluktan farklı düşünenlerin hak ve özgürlüklerini teminat altına alan siyasi, kültürel ve hukuki düzen sunabildiği takdirde başarılı sayılması gerektiğine vurgu yapmıştı. O halde şu soruları tutarlılık gereği olacaktır: Türkiye Cumhuriyetinde, bu zamana kadar farklı düşünenlerin hak ve özgürlükleri teminat altına alınmadı mı? Buna göre, düzeni ve birlik ruhunu sulandıracak söz ya da eylemler haricinde, farklı düşüncelere bir noktaya kadar hoşgörü gösterilmedi mi? Bölücü ve yıkıcı taleplere bile bu kadar müsamaha gösterilirken, daha fazla teminatla kast edilen ve amaçlanan nedir?

Aynı konuşmasında Cumhurbaşkanı Gül; demokratik devletin, millet olmanın esası olan ‘birlik' fikrini ve düzenini güçlü bir biçimde geleceğe taşırken, sosyal ve kültürel farklılıkları ortadan kaldıran değil, onları zenginlik olarak kabul edip geliştirilmesine imkân sağlayan devlet olduğunu söyledi. Demokratik devletin, farklı olanı tek bir kalıp içerisinde eritmeyeceğini ve ötekileştirmeyeceğini; her bir bireyi var olan değerleriyle birlikte koruma altına alacağını dile getirdi. Peki, bu sözler; eşitlikçi ve bütünleşmiş vatandaşlık idealine zarar vermiyor mu? Kimlik saplantısı içinde olanları şevklendirmiyor mu? Yoksa Türk milletinin; güçlü bir ortak kültür, paylaşılmış deneyimler, müşterek hafızası oluğundan kuşku mu duyuluyor?

Peki, Sayın Cumhurbaşkanı'nın şu sözlerine ne demeli: "Doğal bir durum olan, etnik, dini ve kültürel farklılıkları, uç ayrılıkçı fikirlerin zemini haline getirenler çağın gerisinde duruyorlar demektir. Birlik ve beraberlikten herkesin tek tip bir kalıp içinde erimesini anlayanlar da, çağın ruhuna aykırı davranıyorlar demektir."

Esasen birlik ve beraberlikten herkesin tek bir kalıp içinde erimesini anlayan da, isteyen de, bekleyen de yoktur. Sadece, bütünlüğü oluşturan ruhun, ayrılıkçı emelleri reddetmesi, ortak sorunlara aynılaşmadan, benzerliklerin ve müştereklerin bileşkesinde cevap verilmesi milli düşünenlerin en temel istek ve dileğidir...

Türkiye, kendi vatandaşlarını tek bir kalıp içinde erimeye zorlayan ülkelerden değildir ve hiç olmamıştır. Kaldı ki, tek tipçi yaklaşım kavmiyetçi, klan toplumlarında geçerli bir yaklaşım tarzıdır.

Ancak, bugünkü gevşek ve güvenlik duvarları yıkılmış ortamda; demokrasiden, haktan, barış ve eşitlikten bahsedenlerin gerçekte beslendikleri tek kaynağın totaliter eğilimler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türk milletini tahrik eden, şehitlik ve gaziliğin zihinlerde sorgulanmasına yol açan hain gösterilerden sonra; artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, demokrasiden ve kardeşlikten söz etmek ciddi bir aşamaya gelen milli kimlik tahribatını katiyen engelleyemeyecektir.

Her şeye rağmen, bundan sonra Türk milleti artık aldanmayacak, yapılanları da asla unutmayacaktır. Son tahlilde, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin şu sözleri, bu paralelde çok anlamlı bir biçimde milli düşünen zihinlere adeta kazınmış ve yukarıda ifade etmeye çalıştığım hususların özeti olmuştur: "...Yarın hesap vakti geldiğinde, bugün teröristleri yararlanmaya zorladıkları yasanın pişmanlık maddesi, milletimize bu acıları yaşatanların pişmanlığına ve affına asla yetmeyecektir. Bunları yapamadığımız takdirde, bugün bu kutlu topraklar üzerinde yaşıyor olma hakkının helalliğini, aziz şehitlerimizden, gazilerimizden kahramanlarımızdan, mağdurlarımızdan, mazlumlarımızdan istemeye de yüzümüz olamayacaktır." (Basın Açıklaması, 22 Ekim 2009)