Türkiye'nin dünden bugüne değişmeyen, etki ve muhteviyatı sürekli artan büyük sorunları bulunmaktadır. Tarihin şahitliğinde, yarının dünden daha iyi olacağı sosyolojik bakımdan doğru ise de, bunun bu zamana kadar böyle olmadığı tecrübelerle ortaya çıkmıştır.

Zinde bir toplum, dinamik kurumlar, çağın gereklerini içselleştirmiş kavramlar muhatabı olduğumuz sorunların karşılanması için şu an itibariyle en çok ihtiyacımız olan hususlardır. Ne var ki, meselelerin tespitinde bile uzlaşamazken, çözüm için lazım olan yöntemlerin belirlenebilmesini bugünkü şartlar altında mümkün görmüyorum. Nitekim değerler üzerinden yaptığımız her yeni öneri, girişim ve hamle; taşıdığı cesametten kat be kat büyük bir problem olarak sosyal ve siyasal hayatımıza yansıyor.

Türk milletinin sosyal yapısını yönlendiren ve yöneten Türk kültürünün ise; değişim ve sosyal olgunluğu sağlamakta zaman zaman yetersiz kalması, karşılaşılan sorunları anlamlandırmada krize girmemize neden oluyor.

Bir gerçek var ki, birlikte yaşama konusundaki heyecan ve isteğimiz gün geçtikçe dumura uğruyor. Kural ve kaidelerde hem fikir olamamamızın beraberinde getirdiği zorluklar artık telafi edilemeyecek bir aşamaya geliyor. Sosyal kesimler arasındaki ahengin, uyumun ve dengenin bir teminatı olan hukuk sistemine olan inanç derin bir zafiyet geçiriyor. Önüne gelen adaleti kendisi tayin etmeye çalışıyor. Metropoller eşkıyadan, yan kesiciden, gözü dönmüş canilerden geçilmiyor. Avcılar'da polis yelekleri giyerek bir müzikholü basıp bir kadını sürüyerek kaçıran ve arkasından tecavüz eden zorbaların cüretlerinin arka planında, izah etmeye çalıştığım bu başıbozukluk hali vardır.

Elbette böylesine bir eylemin değişik psikolojik ve sosyolojik faktörleri olsa da, makalenin taşıdığı amaç açısından bu faktörlere şimdilik temas etmek yerinde olmayacaktır.

Uzunca bir süredir sahnelenen devlet, toplum ve siyaset arasında yaşanılan gerilimler, mahkûmu olduğumuz sorunların sadece görünürdeki yansılamalarıdır. Uzlaşmaz çelişkilerin varlığı, bir kaşık suda fırtınaların koparılmasına yol açabilmektedir. Böyle olunca toplumsal hayatı habis bir ur gibi saran açmazlar fark edilememekte, edilse bile üstüne düşülmemektedir.

Bu itibarla sosyal sistem ve devamında ekonomik yapı bir türlü dengeye kavuşamıyor. Sorun çözebilme kabiliyetinin kültür ve tarihsel tecrübelerden kopuk olması, zamanın problemlerine karşı gerçekçi ve temelli cevaplar üretilmesine ne yazık ki mani oluyor.

Türk medeniyetinin fertleri kökü ve kaynağı dışardan olan yöntemlerle çağı anlamaya uğraşırken, çağın virüsleri bir ok gibi değerlerimizin kalbine saplanıyor. Geleneksel kıymetlerin küçümsenmesiyle başlayan sancılı süreç, özenti psikolojisiyle birlikte toplumu sarıp sarmalıyor.

Siyasi sorumluluk taşıyanların kısır ve sonu olmayan tartışmalarla vakit öldürmesi de, medeniyetimizin öznesi konumundaki fertlerin unutulmasına, ihmaline ve hatta dışlanmasına bile yol açabiliyor.

Ortalıkta boy gösteren güruh ise, sorunların asıl kaynağı olarak telakki ettikleri devlet yapısını işlemez bir hale getirmek için ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlar. Oysaki devlet dediğimiz yapı soyut bir imgedir. Bunu somutlaştıran ve anlamlandıran fertlerden kurulu toplum olgusudur.

Bütün sorunların müsebbibi olarak görülen devlet, yağma ve talan edilerek, sorgulanacak bir aşamaya indirgenince de kuralları savunacak, koruyacak ve son tahlilde yayacak bir güç ortadan kalkmış oluyor.

Prof Timoyef Granovski 19. yüzyılda Rusya'nın yetiştirdiği önemli düşünürlerden biriydi. Granovski bir makalesinde şöyle diyordu: "... Kitlelerin, düşüncelerin gücüyle bireylere dönüştürülmeleri, tarihsel gelişmenin özünü oluşturur. Tarihin hedefi, kendisini dış etkilerin yazgıcı baskısından kurtarmış ahlaklı ve aydınlanmış birey ile onun ilkeleri üzerinde kurulmuş bir toplumdur..." Peki, biz bu hedefe ulaşabildik mi acaba? Bu dönüşümü ve olgunlaşmayı sağlayabilmek için gerekli olan dinamikler toplumsal sisteme yerleşebildi mi?

Bana kalırsa, düşüncelerin gücüyle bireye dönüşen, ahlaklı ve aydınlanmış fertlerden müteşekkil bir toplumsal yapının kurulamaması yaşadığımız sorunların temelini oluşturuyor. Burada milliyetçi bir analizle, bu meseleyi değerlendirdiğimizde; rasyonel ve şahsiyetli fertlerden kurulu bir millet hayatının sorunlara teslim olmayacak kadar dirençli ve güçlü olacağını söylememiz yanlış olmayacaktır. Milliyetçiliği matematik bakış açısıyla formüle edelim ve buradan milletten milliyetçiliğe giden tutarlı yolu farklı bir yaklaşımla ele alalım.

Y= F(x) fonksiyonunda; y, x bağlı olarak değişir. Bu fonksiyonda; x bağımsız değişken, y bağımlı bir değişkendir. Bunu söylerken ne demek istiyorum: Bu denklemi millet-milliyetçilik ilişkisi kapsamında el aldığımızda şöyle bir eşitliğe ulaşırız: Milliyetçilik= F(Millet).

Modern yaklaşımla bu denkleme baktığımızda; milliyetçilik, milletin bağımlı bir değişkenidir. Denklemde millet kavramı bağımsız, milliyetçilik ise bağımlı değişkendir. Milliyetçilik ve millet arasında bu açıdan doğrudan doğruya bir ilişki bulunmaktadır. Fertten millete ulaşan sosyolojik süreç; etki ve sonuçlarını milliyetçilikte mutlaka gösterecektir.

Meselenin üzücü tarafı fertte baş gösteren sorunların, travmaların, hayal kırıklarının millet hayatında somutlaşması; nihayetinde millet anlayışının sorgulanmasına yol açmasıdır. Böylesine bir hal, matematiksel olarak bile milliyetçiliğe yansıyacaktır.

Buna göre fertlerdeki umutsuzluk ve bunalım halinin belirtileri yekûn olarak millette toplanacaktır. Bilinçli bir psikolojik operasyon süreciyle iğdiş edilmeye çalışılan, magazin programlarıyla düşünemez bir hale gelen, dizilerin büyüsünden çıkamayan, yoksulluk, işsizlik girdabında bunalan fertlerin ilk sorgulama ve hesaplaşmaları çoğunlukla değerlere yönelik olmaktadır. Bu bağlamda gelecekle bağını koparan, günü ve anı yaşamaya odaklanan bir ferdin, kuralların bağlayıcılığını umursayacağını düşünmek fazlasıyla iyimserlik olacaktır.

Hoşgörüsünü kaybeden, gelir dağılımındaki büyük adaletsizlikten kaynaklanan öfkeyi kontrol etmek istemeyen fertlerin, toplumsal hayatta pimi çekilmiş bir el bombası gibi nerede patlayacakları belli değildir.

Kömür yardımlarıyla, erzak paketleriyle patronaj bir ilişkiye mahkûm edilen fertlerin feraset yetenekleri de maalesef zedelenmektedir. İşte asıl sorun da buradadır. Bu sürecin tersine çevrilmesi mümkün iken, siyasi sorumluk sahipleri sorumsuzca bu ilişki ağını kemikleştirmeye çalışmaktadır. Yardıma sevinenler, bir an için bile olsa; ben bu yardıma neden muhtacım diyerek hayıflansalar, her şeyin daha faklı olacağı bir süreç kendiliğinden belirecektir.

Sonuçta değerlerden kopan, yardımla ayakta durmaya çalışan ya da vurgunla, hukuk dışı yollarla, kaba tabirle ifade etmek gerekirse, yolunu bulmaya çalışan bir zümre ortaya çıkmaktadır. Elbette bunun sonucu olarak milliyetçiliğe bakış ve yaklaşım da, yukarıda ifade etmeye çalıştığım fonksiyon kapsamında istenilen düzeyde olamayacaktır.

Var olan ve sistemik bir hale gelen patolojik sosyal ağı değiştirmeden, milli tezlerimizi uluslararası platformda savunmanın çok güç olduğuna inanıyorum. Endişem, hayatın sorunlarından yorulan, zevkleri, değerlere tercih edenlerin; sözüm ona rahat yaşama hayaliyle bu coğrafyada başka hayallerin dahi peşinden gidebilme ihtimalinin bulunmasıdır. Devlet, millet ve milliyetçiliğin önündeki en büyük tehlike işte budur.

Devam edeceğim...