12 Eylül Referandum'unun üzerinden iki ayı aşkın bir zaman geçti. Bu süre zarfında meydana gelen olaylar, yaşanan gelişmeler düşünen ve biraz da vicdanı olan herkes için kaygı verici bir nitelik taşıyor.

Daha çok özgürlük ve ileri demokrasi eşliğinde Türkiye cepheleşmenin soğuk sularında nefes almaya çalışıyor! Politik sürecin temel öğesi olması gereken müzakere ve uzlaşma çabaları ağır bir darbe almış halde... Toplum hiçbir konuda bir araya gelemiyor ve hiçbir mesele idealist bir zeminde ele alınıp çözüme kavuşturulamıyor. Üstelik Anayasa değişikliklerinin oylandığı Referandum sürecinin öncesi ve sonrası bu sorunları daha da kemikleştirdi. Ve Referandum ameliyat öncesi verilen narkoz gibi bir işlev görmeye başladı...!

Özellikle Anayasa değişikliklerinin yüzde 58 oyla kabul edilmesi, iktidar partisinin daha fütursuz hareket etmesine yol açtı. Bölücüler gemi azıya aldılar ve İmralı'da mukim caninin fiili siyasi aktör olmasının şartları olgunlaşmaya başladı. Verilen ‘Evet' oylarını yanlış ve hatalı yorumlayan hükümet partisi, sanki açılım denilen yıkım projesinin kabul ve onay gördüğünü sanacak kadar gaflete düştü...

Etnik tahrikler yakın zaman içinde daha da hız kazandı ve özellikle mahalli bir dilin kullanımı konusunda yoğun bir faaliyete şahit olduk. PKK terör şebekesinin şehir yapılanması olan KCK'ya mensup bölücü mihrakların, yargılandıkları mahkemede Kürtçe konuşma ve savunma yapma konularındaki inat ve ısrarları, ülkemizin nereye sürüklendiğinin hazin bir göstergesidir. Esasında Kürtçe'nin kullanımı konusundaki yoğun talebi yalnızca ana dile sahip çıkılması ya da Türkçe'nin bilinmemesi olarak görmemek gerekir. Gelişmelere dikkat edilirse, millet olmanın engebeli ve imkânsızlıklarla dolu yolu dilin kullanımıyla aşılmak istenmektedir! Kabul edelim ya da etmeyelim, dil üzerinden milliyetçilik üretilmesi hedeflenmektedir...

Önemli olduğundan dolayı bir hatırlatma yapmak istiyorum. Milliyetçiliğin temel motivasyon kaynağı her zaman homojenliktir. Kuşkusuz homojenliğin en güvenli ve sağlam yaşama yeri kültürdür. Eğer kültürel bir farklılık(?) olursa, homojenlikten/birlikten bahsetmek mümkün olmayacaktır. Ulus-devlet yapısının dayandığı ve gücünü aldığı alan da homojenliktir. Üniter devlet sisteminin koruyucu duvarları da burada inşa edilmektedir. İfadeye çalıştığım homojenliği; aynı olmakla özdeş ve bir görmemek gerekiyor. Ayrıca tarih, dil, din ve siyasi kurumlar ortak kültürü yaşatmak ve sürdürmek adına işlevselleştirilir...

Unutmamak gerekir ki, dil tüm milliyetçi modellerde müşterek kültürü canlı ve diri tutan en önemli kudrettir. Dille birlikte tarih (şuuru) zamandan ve mekândan bağımsız kolektif bir millet bilincinin oluşmasında son derece önemli ve hayati bir rol oynar. Milliyetçilik dil ve gelenekle iç içe geçerek, milletin geçmişiyle bağını kurar. Eğer millet varlığının ezelliğinden ve ebediliğinden bahsedeceksek, tarihe ve dile müracaat etmemiz kaçınılmazdır. Bir milletin meşruiyet damarları ve var olmasının başlıca teminatı doğal olarak bunlardır.

Pek tabiidir ki, dil kültürün doğrudan ifadesi ve millet varlığının direniş siperi ve öz güveninin son kalesidir. Bundan dolayı genelde dil, özelde Türkçe'nin sahiplenilmesi ve yaygınlaştırılması Türk milletinin etki ve tesir alanını genişletecektir...

Bunlardan dolayı, bölücü çevreler ana dillerini kullanarak, Türk milletinin içinden, başka bir milletin ortaya çıkma şartlarını akıllarınca hazırlamaya çalışıyorlar. İnanın bana bu durum, karşı karşıya bulunduğumuz en büyük tehdittir ve tam bir rezalettir... İşin düşündürücü tarafı ise siyasi sorumluluk üstlenmiş bir zihniyet buna çanak tutmakta ve yangına adeta körükle gitmektedir. Değerlerden azade bir siyasal strateji, Türk milletini 36 dilimden mürekkep görerek, Türk kimliğini ve dilini tahrip etmekte ve zayıflamasına neden olmaktadır.

Ve ne üzücüdür ki, bütün bunlar patolojik ve sorunlu bir demokrasi algısıyla yapılmaktadır. Demokrasilerin sorunları rehabilite edici yönü kadar azdırıcı tarafının da bulunduğunu son gelişmelerle bir kez daha gördük ve yaşadık. Nitekim demokrasisi tam oturmayan, başka bir deyimle rasyonel demokrasi bilinci yerleşmeyen toplumlarda eğer etnik sorun icat edilirse, kaosa davetiye çıkarılmış olunur. Göz göre göre, devletle(?) pazarlık ve müzakere aşamasına gelen bölücü terörün tatmin olması, verilenlerle yetinmesi ve bir noktada durması da mümkün olmayacaktır. Bugün diliyle ilgili sorunların çözülmesini isteyenler, demokratik özerklikten bahsedenler; yarın bağımsızlıktan ve ayrı bir devlete sahip olmayı talep edeceklerdir. Ne verilirse verilsin, etnik bölücülüğün ateşini dindirmek bu gidişle mümkün olmayacaktır...

Ne kadar inkâr etsek de, Türkiye'nin karşısında bağışıklık kazanmış bir terör belası bulunmaktadır. Ortak duygudaşlık çerçevesinde şekillenmiş millet olmanın muazzam güzellikleri cepheden saldırı ve etnik ateş altındadır. Aç ve beklentileri ayrılmaya kadar karşılanamayacak olan bölücü niyetler, AKP'nin yapılandırdığı ve destek olduğu siyasi atmosferle rahatlıkla nefes alıp vermektedirler. Dirliğimiz ve güvenliğimiz çok ciddi risklere muhataptır! Özgür, eşit, makul ve akılcı vatandaşlık algısı ne yazık ki zedelenmiştir. Barış, özgürlük ve insan hakları sözleri kirli ağızlarda adeta iğdiş edilmektedir. Taksim'deki canlı bomba vahşetinin tarafları ve bebek katilleri demokrasi ve özgürlük mücadelesinden dem vurmaktadırlar! Tam bir akıl tutulması, tam bir hezeyan... Deyim yerindeyse ihanet kendisini işbirlikçileriyle birlikte aklamaya çalışıyor, kanlı sicilini temizlemeye uğraşıyor! Ama nafile...

Öte yandan karşılıklı silahların bırakılması, barışın tesisi gibi laflar, terörün meşrulaşmasından ve kendisine zırh oluşturmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Düşünebiliyor musunuz, egemen bir devlete, kanlı bir terör örgütü barış çağrısı yapmaktadır. Raymond Aron barışı iki türlü değerlendirir. Birincisi güce bağlı barış, diğeri ise yetersizlik nedeniyle barış... Elbette bunlar eşit iki gücün arasında söz konusudur. Ancak cüret ve cesaret kazanan bölücülük, zorlamayla her istediğini alabileceğine artık inanmıştır. Nitekim buna da sessiz kalan ve duruşuyla onay veren bir yönetim algısı tüm varlığıyla ortadadır...

Önümüzdeki süreçte yeni bir anayasa değişikliğiyle karşılaşmamız içten bile olmayacak. AKP hükümeti, Referandum sonrasında bunun işaretlerini bütünüyle verdi ve harekete de geçti. Meclis'te siyasi bölücülerle görüşmeler yapıldı ve mutabakatlar arandı...

Türkiye'nin önünde çetin ve zorlu bir dönem bulunuyor. Yerine gelmemiş her beklenti pimi çekilmiş bir bomba gibi birliğimizi ve bütünlüğümüzü menziline almış vaziyette. Ancak ülkemizi bölünmeye götürenlerin, parçalanma ve dağılmayla son bulacak felaketlere neden olacakların unuttukları milli güç ve kudret MHP ve lideri Devlet Bahçeli'dir. Bahçeli'nin başlattığı, ‘Millet ve Devlet Bekası İçin Güç Birliği' girişimi bir diriliştir ve yeni bir umuttur... Buna destek olmak ve içinde yer almak Türk milliyetçilerinin ve tüm vatanseverlerin milli bir sorumluluğudur...

- - - - -