Devlet ve toplum hayatında kaygı verici bir sıkıntı iklimi hepinizin dikkatini çekiyordur.

Her gün, Türk milletinin geleceğini çok yakından ilgilendiren milli meselelerde sürpriz(!) açılımlar, korkutucu olaylar, vahşet haberleri, insanlığını bitpazarında satmış olanların neden oldukları facialarla karşılaşmak o kadar olağan hale geldi ki... Bunlardan misaller vermeme gerek olmadığına inanıyorum. Zira sizler az ya da çok bu örneklerin neler olduğunu iyi biliyorsunuzdur...

Siyaset dalgalanıyor, toplum çalkanıyor, değerler hortumlanıyor ve ekonomi kökünden sallanıyor. Garip ve iç bunaltıcı bir manzara var karşımızda! Biliyorum, sorun duymaktan yoruldunuz; ama sorunları konuşa konuşa biraz daha çözüme yaklaşacağımızı düşünmek gerekiyor.

Neresinden bakarsak bakalım, tarih yapmış ve o tarihi de başkalarına yazdırmış olan Türk milleti; edilgen ve pasif bir görüntüyle aciz bir duruma sıkışıp kalmış durumda. Her alanda boyutu giderek yoğunlaşan tartışmaları toplumsal bünyemizin kaldırması artık mümkün değil. Şöyle bir kendimize soralım; huzurlu ve mutlu muyuz? Bu topraklarda yaşamaktan ve ait olmaktan dolayı gururlu muyuz? Bilemiyorum, bunlara ne cevap verdiniz; ama bir de şu soruyu kendimize sormakta sanıyorum önemli bir fayda var:  Neden birbirimizi sevmiyoruz? Gözlerden fışkıran nefret ve kıskançlık salgını domuz gribinden çok daha tehlikeli değil mi?

Şunu kabul ediyorum: Niyetini açıkça bilmenize rağmen, tahammül etmek zorunda kaldığınız öylesine çok kişi ya da olay var ki... Ama bu bile, bizim tek başına bir arada bulunmamızı engellememelidir.

Sözlerimden, elbette sevmenin bir ön şart, başka bir deyimle mecburiyet olduğu sonucu çıkarılmamalı. Ancak, en üstte millet dediğimiz sosyolojik yapılanmada bir araya gelebilmemiz, eşit ve onurlu birer fert olabilmemiz için kurallar etrafında buluşmak durumundayız. Eğer böyle olmazsa, şüphelendiğimiz ve beğenmediğimiz her kişiyi tehlike tanımlaması içine sokar ve etkisiz hale getirmenin yollarını aramaya başlarız. Esasen toplumsal bünyemizi habis bir ur gibi saran sevgisizlik ve hırçınlıklar, içimizde sürekli yeni ötekilerin imal edilmesine ortam hazırlıyor. Bu süreci de adeta seyirci koltuklarında izliyoruz! Benciliğin had safhaya ulaştığı bugünkü ortamda, geliştirici işbirlikleri kuramadığımız için, ekonomiden siyasete var olan sorunlarımıza kalıcı ve kuşatıcı cevaplar üretemiyoruz.

Bildiğim ve inandığım bir gerçek var: Bugünkü şartlar altında genel anlamda toplum, özelde fertler tam anlamıyla kendi kaderine terk edilmişlerdir. Başkalarının ilgi ve desteklerini alabilmek için, varlıklarını onları mutlu etmek üzere kurguladığı anlaşılan siyasi sorumluluk sahipleri, üzülerek söylemeliyim ki hepimize çok zarar vermektedirler. Keşke böyle olmasaydı! Ama olan oldu. Türk insanı yalnız ve çaresiz bir şekilde, kendi seçtikleri tarafından tarihin bodrumuna indirilmek üzere! Bunun için, Ermenistan, Kürt meselesi, Ortadoğu, AB, Kafkasya derken insanımız bir kenarda, belki de uçurumun hemen başında sessizce kendi haline terk edildi.

Bizim için ideal ve yerinde hiçbir bir mücadelenin içinde olmayan sorumluluk sahiplerinin gerçek niyet ve yüzlerinin göründüğünden çok farklı olduğuna inanıyorum. Bu güruhun gündeminde ve düşüncesinde Erzurumlunun, Eskişehirlinin, Yozgatlının, Kırşehirlinin olmadığı kanaatim gittikçe güçleniyor.

Başıboş bırakılan insanımız da doğal olarak kendi sorunlarını kendisi çözmeye başlıyor ve toplumsal hayat derin sarsıntıların, buhranların hâkimiyeti altında giriyor.

En son olarak, hepimizi çok derinden etkileyen Mardin Mazıdağı ilçesi Bilge Köyündeki vahşet, bir nebze de olsa bize neler oluyor, nereye gidiyoruz sorusunu kendimize sormamıza sebep oldu.

Mardin'de, 4 Mayıs Pazartesi, günü bir grup eli silahlı kişinin köy basıp, aynı aileden ya da aşiretten 45 kişiyi katletmesi üstü tozlanmış, ancak bölgede belki de her gün farklı şekillerde görülen endişe verici olaylarla yüzleşmemizi sağlamıştır.

Başlangıçta katliamın üç sebebi üzerine odaklanıldı: Namus ve töre cinayeti, kız meselesi; kan davası ve arazi ihtilafı. Her üç faktörün birleştiği, somutlaştığı kavram tabii ki "feodalite" olarak karşımıza çıktı.

Ne var ki, sorunu çok daha derinlerde araştırıp teşhisi buna göre koymalıyız. Namus-töre; kan davası veya arazi ihtilafından birini sebep gösterip yaşanılan vahşete "feodalite" teşhisini koyarsak sadece kendimizi aldatmış oluruz. Nitekim tarihimizde feodal sistem olmadığı gibi, bugünkü toplumsal hayatımızın hiçbir yönü de feodaliteyle izah edilemez. Feodal ilişkinin esasını serf-senyör ilişkisi tayin eder. Ya da suzeranlar ile vassallar arasındaki belirli münasebetin olduğu yerde feodaliteden bahsedilebilir.

Bu ve benzeri toplumsal travmaları yaşarken, eğer yanlış bir açıdan bakıp, tarihsel ve toplumsal gerçeklerimizle ilişkisiz kavramları kullanarak meseleleri anlamaya çalışırsak ve bu sorunlu anlamlandırma zemininde çözümler üretmede ısrar edersek, çevremizi kuşatan kaosu ortadan kaldırmamız mümkün olamayacaktır.

Beni en çok düşündüren ise; şiddet eğilimi giderek artan ve her an farklı biçimlerde ortaya çıkan anlaşmazlıkların toplumsal yapıda çok ciddi düzey hasarlara yol açabilecek olmasıdır.

Evet, bu olayın şiddetin ve ölümün bataklığı haline gelmiş bir coğrafyadan doğması itibariyle geleneksel bir tarafı varsa da, söyler misiniz hangi gelenekte, törede; namaza durmuş bir cemaate, hamile kadına, çoluk çocuğa kurşun sıkmak, üstüne üstlük bir de geri dönüp yaşayan kalmış mı diye ölüm kontrolü yapmak vardır?

Bunu insanlığın hangi görünür ya da görünmez değerleriyle açıklayabiliriz?

Aşiret sisteminin çatırdamaya başladığı, topraklara imar verilmeye başlanan bir bölgede; yaşanan bu akıldışı şiddet eylemi, ne töreye, ne de feodal ilişkilere indirilemeyecek kadar karmaşık yapıdadır.

Bu haliyle Mardin'deki katliamı gerçek bir insanlık trajedisi olarak görüyorum. Bu patolojik vakayla birlikte, Türkiye, çığırından çıkmış olayların yaşanabildiği bir ülke olarak neredeyse tescillendi. Artık çağın çok gerisinde kalmış, bugünün insani değerleriyle kesinlikle bağdaşmayan 'Törenin acımasız şiddetine karşı hukukun evrensel kuşatıcılığını ve sarsılmaz tarafsızlığını' egemen kılınmasının vakit gelmiştir.

Bana göre konuyla ilgili en doğru ve gerçekçi analizleri 12 Mayıs 2009 tarihli Meclis Grup konuşmasından MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli yapmıştır. Şöyle diyor Bahçeli: "...Kendinden menkul namus ve ahlak kavramlarına sığınılarak işlenen cinayetlerin, insanları bu caniliğe kadar götüren ahlaki, vicdani, dini ve hukuki çöküntünün nedenleri mutlaka her yönüyle araştırılmalıdır. Zira hiçbir mazeret, insanların birbirlerini öldürmelerinin meşruiyet gerekçesi veya bahanesi olmayacaktır... Hala niçin bu derece sosyal bir geri kalmışlığın, medeni âlemle sağlanamamış vicdani yükselmenin, yerinde sayan sosyolojik duraklamanın ve hukuku hiçe sayan yazılı olmayan sosyal yaptırımların nasıl devam ettiği ortaya çıkartılmalı ve bu sorun mutlaka akademik çalışmaların rehberliğinde, toplumun bütün kesimlerinin desteği ile aşılmalıdır. Nitekim suçlular bugün için adalete teslim edilmişlerdir ama töre arkasına saklanılan bu insanlık dışı anlayış, yeni suçlar işlemek ve yeni katliamlar yapmak için toplum arasında içten içe yaşamaya maalesef devam etmektedir. Bu son olayda işin en ilginç yönü ise, yıllardır, töre, ağa konulu feodal kalıntıların şiddet ve öç almaya yönelik yayınlarını televizyonlarında özendirici diziler halinde yayınlayan medya kanallarının ikiyüzlülüğün de ortaya çıkmış olmasıdır..."

Aşiret kalıntılarının, ağalık düzeninin, kendinden menkul töre uygulamalarının acı bir sonucu olan Bilge Köyü katliamının, elbette neden ve sonuçları üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulacak ve gerekli önlemlerin alınması için yol ve yöntemler aranacaktır.

Ama ne olursa olsun, bölgenin geri kalmışlığı, kapalı toplumsal yapısı nedeniyle kendi sorunlarına kendisinin iptidai zihniyetle çözümler aramaya çalışması kolay kolay bitmeyecektir.

Hepimiz ağa ve aşiret konularını içeren dizi ya da filmleri izlemiş, kimi zaman gülmüş, kimi zamanda gördüklerimizden kaygılanmışızdır. Mesela ağalık düzeniyle ilgili beni en çok düşündüren filmlerin başında komedi türünden de olsa ‘Kibar Feyzo' ve ‘Erkek Güzeli Sefil Bülo' gelmektedir.

İki filmde de Mağo Ağa karakteriyle çok iyi bir performans sergileyen Şener Şen, ağalık düzenin; gerçekte eşit hak ve sorumluluklara sahip olması gereken fertleri nasıl hiçleştirdiğini, insanlıktan nasıl çıkardığını, kendisini ağasına şartsız teslim eden ve tamamıyla birey olmaktan uzaklaşanların içler acısı fotoğrafını düşündürücü bir biçimde gözler öne sermektedir.

Bundan sonraki makalede; bu filmlerde konu edilen ağalık ve aşiret düzenini tartışıp, ulus-devlet ve milliyetçilik anlayışının bu meselelere karşı tutumunu inceleyeceğim...