Turhan, unutulmaya yüz tutmuş münevverlerimizden Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun ‘Turhan Nasıl Çıldırdı' isimli hikâyesinin kahramanıdır. Milliyetçiliğin olmazsa olmazlarından olan idealizmin gerçekler karşısında ki zor ve çelişkili halini muazzam bir biçimde anlatan bu hikâyenin, birçok biçimiyle bugün de maalesef karşı karşıya bulunmaktayız.

Turhan'ın babası Kara Memişoğlu Süleyman Manisalı olmakla beraber, 93 Rus savaşında esir düşer. Esaretten kurtulduktan sonra Kazan'a yerleşir. Zengin bir Tatar'ın kızıyla evlenir. Biri kız diğeri erkek iki çocuğu olur. Çocukların eğitimine azami önem verir. Erkek çocuğunun adını Turhan koyar. Turhan Paris'te okur. Cava'da bulunan amcasının telkin ve tavsiyeleri ile İstanbul'a gelmeye karar verir. Yolculuğunu gemiyle yapar. Kafasında; Türk-İslam dünyasını eski ihtişamlı günlerine döndürecek büyük projeler vardır. Gemide anı defterine 18 Nisan 1327 tarihiyle şunları yazar:

''Üç gündür Akdeniz'de dolaşıyorum. Türk bayrağını çekmiş bir gemiye rast gelmedim. Yunan bayrağı, İngiliz bayrağı, İtalyan bayrağı, Fransız bayrağı nerede Oruç gaziler, Turgut reisler?... Barbaroslar, piyaleler nerede?
''Asya! İnsaniyetin ninesi Asya, Türk! İnsaniyetin babası Türk, evladının menfuru olamaz. Asya'ya nur, Türk'ün meşalesinden uçacak.

 

"Milletim, o dünkü boğa, bugün bir kaplumbağa olmuş. Onu mahbesinden, eğreti mahbesinden, yeis ve cehalet mahbesinden kurtaracağım. Ona benliğini, ümidini, gururunu, efendiliğini, hakanlığını, iade edeceğim."

Turhan'ın içinde bulunduğu yolcu gemisi Ahırkapı fenerinin önünden geçerken, Turhan güvertede özlediği güzellikleri heyecanla seyreder: ‘İşte Padişahımın sarayı, işte Sultanahmet, işte Süleymaniye' diyerek düşünür. Vatana öyle tutkundur ki; rıhtıma çıktıktan sonra yerden bir avuç toprak alır ve öper. Vatan toprağını yüzüne, gözüne sürer. Bir arabaya bineceği sırada rıhtımda boylu boyuna kahvelerdeki, meyhanelerdeki şapkalıları görür. Şaşırır, utanmasa; yanlış olmasın, burası İstanbul mudur? Burası Türk Payitahttı mıdır? Diye gördüklerine soracaktır!

Turhan gördüğü çelişkiler karşında tahammül edemeyen katıksız bir idealisttir. Bankalarda, şirketlerde Fransızca işlemlere, güvenlik görevlilerinin dilinde ki Almanca sözlere, denizcilerde gördüğü İngiliz tavırlara dayanamaz.

Dikkatini bir husus çekmiştir: Başkentte, ticaret âleminde, yalnız Türkçe bilen Türk iş bulamıyor, aç kalıyordu. Yalnız Fransızca bilen bir ecnebi ise her zaman her işini rahatlıkla hallediyor ve müreffeh bir halde yaşıyordu.

Turhan sokakta, duvarlarda ve camekânlardaki, dükkânların üstlerindeki Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca hatta Rusça ilanlara, yaftalara, reklâmlara bakarak: "Yarabbi! Bu memlekette bir zabıta, bir şehremaneti, bir matbuat nizamnamesi yok mu?" diye feryat ederdi. Çünkü Avrupa'nın hiçbir memleketinde kendi dillerinden başka bir dil, bir yazı ile sokaklarda ilan, yafta görmemişti. Gerçekten inanan birisiydi. Bu gördüğü hazin manzaraları düzetmek için tavizsiz bir mücadele azmi ortaya koydu. Kendi idealleri için herkesi gözden çıkacak kadar kararlaydı. Sevdiği kızı -Zehra- bile ideallerine inanmadığı için terk etti. Kendi tabiriyle söylersek Zehra'yı, fikrine ve milletene feda etti.

Bir gün yanına gelen bir arkadaşına pencereden dışarıyı göstererek şöyle der:

 

"Bak! Pencereden dışarı başını çıkar, şu evlerin yapılışlarındaki duygusuzluğa, milletsizliğe, biçimsizliğe bak! Benliksizliğe bak! Artık yetişir! Herkese benliğini öğreteceğim. Benlik olmayınca varlık olmaz. Millet sanatkâr olacak, sanatında Türk damgasını, Türk usulünü, benliğini gösterecek! Milet tezgâhtar olacak, mamulâtında Türk düşünüşünü, Türk benliğini satacak! Millet zengin olacak, çalışmasında benliğini rehber edecek! Dağlardan, yaylalardan, derelerden, denizlerden, sokaklardan, saraylardan, konaklardan, evden, kulübelerden, döşemelerden, halılardan, libaslardan, yüzlerde, bir Türk benliği, İslam benliği parlayacak. Bir Türk-İslam sanatı, medeniyeti taşacak, bir Türk-İslam ruhu, zihni görünecek. Anladın mı?"

Bir keresinde Turhan, milletin uyuşukluğundan, hükümetin ihmalinden, dini ve milli terbiyeye itina edilmemesini konu edinen tansiyonu yüksek bir konferans verir. Ertesi gün, beş sivil polis evini basar. Bu sırada Boşnak bir polisten tokat yer ve bir hafta süresince alıkonulur.

Bir süre sonra Turhan tamamen ümitsiz bir ruh haline girer. Sakalı uzamış, saçları yağlanmış, geceleri karanlıklarda tenha sokaklarda gezer. Tek sevdiği yer loş Yer Altı Camii'dir. Orada saatlerce düşünür, kendi kendine söylenir. Duvarlarda gördüğü yabancı lisanlarındaki ilanları yırtar, atar. Hatta öyle ki bir de bunların üstünde tepinir.

Sonunda hayata ve çevresine küsen Turhan, Sultan Selim Camii'nin minaresinden kendini atarak intihar eder. Sabah namazı için camiye gelenler şadırvanın önünde kafatası patlamış, bacakları kırılmış, kan revan içinde bir ceset bulur, hüviyetini anlamak için ceplerini karıştırırlar; Turhan'ın hayran olduğu Yavuz Sultan Selim'e hitaben yazılmış bir not çıkar: "Ey Yavuz! Milletimin selametini yalvaracaktım. Ayaklarına kapanmak için sana yükselmek istedim. Yari yolda gözlerim karardı ve düştüm. Allah günahımı affetsin!"

İbretlik bir hikâye, derslerle dolu bir serüven... Turhan onca imkân ve servete rağmen, ideallerini yaşamaktan asla geri durmadı. Babasının ısrarlı çağrılarına da kulak asmayarak Rusya'ya geri dönmedi. İnandığı ve kendini adadığı vatanı için sürekli bir şeyler yapmakla yandı kavruldu. Ama hiçbir şey istediği gibi olmayınca ve dayanılmaz hayal kırıklıklarıyla karşılaşınca; reel hayat ile hayallerinin uzlaşmaz ihtilafı onu intihara götürdü. İşin ilginç tarafı ölürken bile inanarak, idealinde ki kahraman Hünkâra ulaşmak için çabalamasıdır. Yani ölürken bile idealist bir tavrı vardır.

Turhan tartışmasız biçimde gerçek bir milliyetçiydi. Ancak hayal ettiklerini gerçekle buluşturamamasının çelişkisini bir türlü aşamadı. Burada milliyetçiliğin romantik ve duygusal tarafı tüm çıplaklığıyla ortadadır. Belki de idealistlerin tarih boyunca yaşadıkları en önemli çelişkisi burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır. İdealist; kurguladığı, hayal ettiği toplum yapısına kavuşamadığı takdirde bir biçimde varlığını fiziken ya da ruhen sonlandırır. Bu anlamda idealistlerin kahir ekseriyeti naif bir yapıya sahiptir. Bu naiflik kendileriyle ilgili olmayıp, tamamen idealize ettikleri durumla ilgilidir. İdealist için vazgeçmek de bir sondur ve Turhan'ın sonundan hiçbir farkı yoktur. Zira sonuna kadar direnen, gerçek durumu değiştirmek için aceleci olmayan, sabırla hareket eden, ama asla yılmayan idealistleri de tarih kahraman diyerek her zaman hatırlar ve her çağda selamlar.

Şüphesiz her dönemde her şeyin en ideali vardır. İdealizmi en çok hisseden ve yaşayan ise milliyetçiler olmuştur. Bunun içinde en idealini hayal edip amaçlayan milliyetçiler, çok zaman hayal kırıklığına en çok uğrayanlar olmuştur. Ülkemizin yakın geçmişi bu durumun hazin örnekleriyle doludur. Milliyetçi olmanın ve hissetmenin zorluğunun yanında, milliyetçi olarak yaşamanın da inanılmaz bedellerini bu toprakların en masum ve en saf idealistleri ziyadesiyle ödemişlerdir. Gerçekten Turhanlar hiç eksik olmamıştır. Ama Turhanların hepsi bir özlem ve sevda uğruna en kıymetli varlıkları olan vatan için, canından bile vazgeçecek azizliği gösterebilmişlerdir. Onlar basit, rahat ve kısa yolu değil, zor ve çile yüklü; kandan bir imtihanı tercih etmişlerdir. Dursun Önkuzu böyledir, Mustafa Pehlivanoğlu böyledir, Yusuf İmamoğlu ve daha niceleri böyledir...

Türk milletinin varlığına ve birliğine feda edilen gencecik fani bedenler bir bir toprağa düşerken, Turhan olmanın zorluğu elbette biliniyordu. Ancak, inanmışlık ve kendini adamışlık bir kor gibi düşünce gönüllere her imkânsızlık bir gül bahçesini andırdı. İşte Turhanlar da birbiriyle yarıştı gül bahçesine girebilmek için... Milliyetçiliğin tüm zamanlardaki en çetin ve muhteşem mücadelesi böyle filizlendi ve Türk medeniyetinin ufkunda hilaller doğdu.  İdealizmin doruklarda ki haykırışı, zorluklara diklenişi bu şekilde ortaya çıktı.

Bir davranışı ya da ideolojiyi idealize etmek hem kolay, hem de maliyetsizdir. Asıl olan idealize edileni yaşamak ve yaşatmaya kararlı ve azimli olmaktır. Bu durum beraberinde tutarlı bir davranışı gerektirir. Tutarlı olmak her idealiste güç ve kudret kazandırır. Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın inanç ve gidilecek istikametin belirlenmesi bütün engelleri yerle bir eder. İdealistler her çağın en mağduru, ancak katıksız mağrurudurlar aynı zamanda.

İdealist olmak, başka bir deyimle Turhan olmak hem zordur, hem de kolaydır. Lakin en meşakkatli mesele Turhan olarak yaşayabilmektir. 

Turhan'ı yoran ve bunalıma sokan maddi kaygılar değil, maneviyatında yaşadığı ağır tahribat ve güven kaybıydı. Ne yazık ki, yanında kendisine benzeyen kimseler de yoktu. Yalnız ve çaresizdi.

Oysa bu zamanın Turhanları yalnız ve çaresiz değildir. Turhan'ın gidişi bir biçimiyle de bir kaçış, bir kurtuluştur. Bu açıdan bakılırsa mücadelesinde süreklilik görülmez. Eğer bir yerde mücadele varsa, mutlaka bir iyi, bir de kötünün tarafı vardır. Nitekim tarihin her döneminde bu mücadele hep yaşanmamış mıdır? Bazen söylenir; sonu olmayan mücadelelerden kaçınmak gerekir, diye. Unutulmamalıdır ki her haklı mücadelenin mutlaka bir sonu vardır. Zira insanın bile bir ömrü olduğu düşünüldüğünde, bu duruma şaşmamak gerekir.  

Küsmek, kırılmak, vazgeçmek, bırakmak, benden bu kadar demek, bu da nerden çıktı, bu da kim demek, dayanamıyorum söz ve yaklaşımları idealizmin kutsallığına ve varlığına telafisi zor zararlar verir. Kaldı ki bu tip sorunlu yaklaşımların idealizmle bir ilgisi de olamaz. Biz yerine ben diyen, inanmadan uyan, hizip çıkaran, dedikodu yapan ve buna imkân hazırlayan, katkı sağlamak yerine var olan açığını/eksiğini eleştiriyle kapatmaya gayrete eden günü birlik sakat kişiliklerin idealizminden bahsetmeye hem hakları yoktur, hem de buna inançları yetmez.

Şu anda bu aziz vatanın her bir köşesinde Turhanlar belki de birbirinden habersiz bir biçimde hayaller kurmakta, idealizmin doruklarındaki toyu yaşamaktadırlar. Ama şu anda ki toplumsal yapı, yüzyıl önceki Turhan'ın karşılaştığı toplumdan daha olumsuzdur. Ama Turhanlar böylesi bir durumda asla vazgeçmemeli, birbirine destek ve ilgi göstermelidir.

Son tahlilde eğer Türk medeniyeti yükselecekse, bu ancak ve ancak vazgeçmeyen, direnen, teslim olmayan ve birbirine tutkulu milliyetçiler sayesinde olacaktır. Bundan herkes tarih önünde sorumludur...

NOT: Değerli okuyucularım hepinizin bayramını tebrik eder, saadet ve huzurun; ruh ve bakışlarınızdan hiç eksik olmamasının dilerim.