İstanbul'un Beşiktaş ilçesinde, Çırağan Sarayı karşısında, Çırağan Caddesi ile Yahya Efendi Sokağı'nın kesiştiği noktada Şeyh Yahya Efendi Türbesi yer almaktadır.

Şeyh Yahya Efendi Trabzon'da 1495 yılında doğmuştur. Kanuni Sultan Süleyman; babası Yavuz Sultan Selim Trabzon'da vali olarak bulunduğu sırada dünyaya geldiğinden Yahya Efendi'nin annesinden süt emmiş ve onunla sütkardeşi olmuştur. Bu nedenle de Kanuni Sultan Süleyman kendisine daima sütkardeşi olduğundan "Ağabey" diye hitap etmiştir. Türbesinin üzerinde; Yahya Efendi'nin bir devletin akıbetiyle ilgili düşünceleri de yer almaktadır.

Türbesinde, Kanuni Sultan Süleyman'ın sorduğu; "Bir devlet ne zaman ve hangi hallerde çöker" sorusuna verdiği ibret verici cevap şu şekilde yer almaktadır: "Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa... İşitenler de neme lazım deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de, çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir."

Şeyh Yahya Efendi'nin asırlar öncesinden gelen bu hikmetli sözlerini, ülkemizin bugünkü manzarasıyla bir karşılaştıralım... Örtüşen ya da açıkta kalan taraflarını dürüstçe ortaya koyalım... Acaba, bu sözlerin paralelinde; devletin (şu anki) durumuyla ilgili olumlu bir şey söylememiz mümkün müdür? Eminim ki verebileceğiniz olumlu bir cevap yok...

Peki, bir de şöyle sorayım: Çözülmeye ve ayrışmaya çalışılan devlet ve toplum hayatının istikrarlı tek bir alanını gösterebilir misiniz?

Kurumların birbirine girdiği, yozlaşma ve yoksulluğun çoğaldığı, yolsuzlukların ayyukaya çıktığı, devlet mahremiyetinin zedelendiği, insanların birbirinden hızla uzaklaştığı; kavga, cinayet, tecavüz haberlerinin sıradanlaştığı, birlikte yaşamanın asgari şartlarının birer birer ortadan kalktığı bugünkü ortamda daha ne kadar ayakta kalabileceğimizi etraflıca düşünmemiz gerekiyor...

Bir yanda, devletin (durmadan) tertip içinde olan ve vatandaşını tehdit içinde gören bir özelliğe sahip olduğu ileri sürülüyor. Diğer yanda ise, devleti her sorunun müsebbibi gibi addeden insan(!) profiline rastlanıyor. Yani anlayacağınız, devlet ile insan unsurunun arasına kelimenin tam anlamıyla nifak sokulmak isteniyor...

İç bünyemizdeki bu kaos görünümünün dışsal faktörlerden bağımsız olduğunu iddia edebilmek mümkün değil. Bana göre, okyanus ötesince devreye sokulan sözüm ona insan hakları ve demokrasi propagandasıyla süslenen ve etnik farklılıklar üzerinden yürüyen yıkım süreci çözülmeyi ciddi ölçüde körüklüyor.

Azınlık yaratma çaba ve hedefleri yavaş yavaş mesafe alıyor. Kürtlerin intifasından bile bahsedilen bir zamandan geçiyoruz. Öbür yandan komşu ülkelerdeki sıkıntılar yayılıyor. Yine demokrasi ve insan hakları parolasıyla, ayrıştırıcı özgürlük talepleri yoğunlaşıyor. Yeni emperyalist zihniyet az önce ifadeye çalıştığım görüntüyle masum kavramları kullanarak, istikrarsızlaştırıcı unsurları kuvvetlendiriyor. İşte İran'daki son gelişmeler ortada...

Barış, kardeşlik, demokrasi, hak diyerek düşmanlık yapan gafillerin ülkemizi meçhule götürmek için nasıl el birliği ve güç birliği yaptığı da ortada. Terör örgütünün siyasal yapıdaki yeni temsilcisinin ismine bir bakın: Barış ve Demokrasi Partisi... Allah'ım ne günlere kaldık...

Ayrıca bazı sivil toplum kuruluşları, âdete yabancı güçlerin lehine misyoner gibi çalışıyorlar ve Cumhuriyetle hesaplaşmak için her yol ve yöntemi devreye sokuyorlar.

Bugünkü şartlarda, yüzlerce yılda oluşmuş toplumsal norm ve birlik duygusu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu itibarla ortak kimliğimize, başka bir deyişle Türk kimliğine kefen giydirilmek üzere!

Bireyi dışlayan özgürlük talepleri yerine, kolektif özgürlük alanları inşa edilmeye uğraşılıyor ve bu yolla milletin dağılmasının alt yapısı oluşturuluyor.

Toplumsal yaşam kimlik adacıklarının birbiriyle çarpıştığı bir pazara inmenin arifesinde! Bundan dolayı etnik farklılıkları hatırlatan ayrılıkçı emel sahipleri, çoğunluk iradesinin tepkisini üzerlerine çekmiş durumda...

Artık ev kiralanırken, alış veriş yapılırken, kız alıp verilirken, iş ilişkileri kurulurken herkes birbirinin etnik kökenini sorgulamaya başladı. Bu tespiti MHP lideri Bahçeli 14 Aralık 2009 tarihli TBMM'nde yaptığı konuşmasında ilk olarak dile getirmiş ve yeni yıl münasebetiyle yayınladığı mesajında da aynı soruna dikkat çekmişti.

Karl Poper, hayat problem çözmektir, demiş. Galiba biz sorun çözmeyi hiç bilmiyoruz. Ama sorun üretimi konusunda da üstümüze yok! Doğudan batıya, aynı gökkube altında çok farklı hikâyesi olan insanlarımızın, benzer idealler etrafında bir araya gelmesinden rahatsızlık duyanlara inat, birbirimize bir türlü kenetlenemiyoruz.

Çekildiğimiz mevzilerimizden, birbirimize sürekli öldürücü atışlar yapıyoruz! Bin yılda oluşmuş kardeşliğin bozulması için ağızları sulanan içte ve dıştaki mahfilerin oyununa gelenlerimiz çok fazla...

Her şeye rağmen bir hakkı da teslim etmek gerekiyor: Bugünkü ortamda en masum ve haklı kesim, Türk milletine mensubiyetten zerre kadar rahatsızlık duymayan Türk milliyetçileridir. Onlar, şartlar ne kadar ağırlaşsa da kardeşliği ve birliği savunmaya kararlılıkla devam ediyorlar...

Ancak her sabrın bir sonu olduğunu hayat bu zamana kadar bize açıkça kanıtlamıştır. Bütün bunlardan sonra Başbakan Erdoğan ve hükümetinin şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekiyor. Kısa vadede ülkeyi çekişmelere teslim etmekten kazanç elde edeceklerini düşünseler de(ki böyle de oldu), uzun vadede çok şey kaybedeceklerini bilmeleri ve anlamalarının vakti geçiyor.

Her gün kâbuslarla uyanan, her yeni gün farklı bir skandalın patlak verdiği; iftira karalama ve karanlık senaryoların cirit attığı, demokrasi taraftarı ve karşıtı olarak doğal bir ayrıma tabi tutulan bir ülke haline gelen Türkiye'nin bu yükü daha fazla taşıması çok zor.

Bu şartların daha olumsuz bir şekle bürünmesi halinde; devleti ayakta tutmanın, milleti bir ve bütün halinde muhafaza etmenin mümkün olmayacağını düşünüyorum. O zaman, Şeyh Yahya Efendi'nin devletin hangi hallerde çökeceğine dair tespitleri, bu çağda Allah korusun gerçekleşmiş olabilecektir...

Makaleyi bitirirken sanıyorum şu tespiti de yapmak yerinde olacak: Bir toplum, ne kadar az gelişmişse, yani iç modernleşme güçleri ne kadar zayıfsa, halk adına konuştuğunu ileri süren karar verici ve uygulayıcı yöneticiler o kadar baskıcı olacaktır. Bugünkü Türkiye ortamında, karşı karşıya olduğumuz ana sorun otoriter eğilimi artan ve dikta hevesleri içten içe alevlenen bir siyaset pratiğinin ihtiraslarıyla yüz yüze kalmış olmamızdır. Buda aslında muhatap olduğumuz sorunları katlayan en önemli siyasal patolojik vakadır...