Türkiye günlerce anayasa değişikliğine odaklandı. Meclis'in geceli gündüzlü yoğun çalışması sonucunda anayasa değişiklikleri kabul edildi! Bu esnada MHP çok etkili bir muhalefet sergiledi. Değişiklik maddelerine milletvekilleri bakımından eksiksiz bir şekilde ‘hayır' dedi. Ve -eğer olursa- referandumdaki tavrını da açıkça belli etmiş oldu.

Aceleyle görüşülen anayasa değişiklikleri üzerinde birçok tartışma yapıldı. İktidar partisi, milletvekillerini -güvenmediğinden- sıkı markaj altına alarak, oylamalarda fire vermemek için yoğun çaba sarf etti. Ama yine de, bu yoğun gözetim ve denetim faaliyeti parti kapatılmasıyla ilgili maddede işlemedi ve konuyla ilgili anayasa değişikliği yeterli çoğunluğa ulaşamadı...

Beraberinde birçok dedikodu yayıldı. AKP'ye mensup milletvekillerinden kimlerin oy vermediği yönünde çeteleler tutuldu ve bunların hepsi basına yansıdı. Zan ve itham altında kalan milletvekilleri de kendilerini aklamanın ve "onlar arasında ben yokum" yakarışlarının peşine düştüler. Sonuçta düşündürücü gelişmelere, sarsıcı itiraflara, kendini temize çıkarmanın alçaltıcı tavırlarına fazlasıyla rastlanıldı. Ne var ki, bu yaklaşımlar, parti kapatılmasıyla ilgili maddenin reddedilmesi gerçeğini değiştirmedi...

19 Nisan 2010 tarihinde başlayan anayasa maratonu, 6 Mayıs 2010 günü -bir maddede verilen fireyle-, 26 asıl, 2'side geçici madde halinde kabul edildi. En son olarak, teklif edilen anayasa değişikliğinin 27'nci maddesinin kabul edilmesiyle, değişiklik tekliflerinin tümü oylanmış ve 72 redde rağmen 336 oyla kabul edilmiştir. Ve sonrasında onay için Köşk'e gönderilmiştir. Beklenildiği gibi de, Cumhurbaşkanı anayasa değişikliğiyle ilgili kanunu çok geciktirmeden 12 Mayıs 2010 tarihinde onaylamış ve karar da 13 Mayıs 2010 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Anayasa değişiklikleri ile ilgili safahat bu şekilde...

Anayasa özü itibariyle bir toplum sözleşmesidir. Devletin vatandaşa, vatandaşın da devlete karşı hak ve sorumluluklarını içerir. J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi' isimli eserinde; özü gereği oy birliği ile onanma isteyen tek yasanın toplum sözleşmesi olduğunu ifade eder. (Rousseau, 2009: s.102) İdeal durum böyle olsa da, reel durumun çok nadir bir şekilde böyle olduğunu bu zamana kadarki tecrübeler bize gösteriyor. Esasında Rousseau'nun da vurguladığı gibi, toplum halinde yaşamak dünyanın en istemli işidir. Birlikte yaşamak ve bir arada olmak öncelikle toplumun tüm üyelerinin iradesiyle ortaya çıkar. Toplum sözleşmesi başka bir deyimle anayasalar bunu kural altına alırlar. Aksi takdirde devlet halinde yaşamak, karşılıklı hak ve sorumlulukları düzen içinde sürdürmek çok mümkün değildir.

Siyasi yaşamın belirleyicisi egemen güçtür. Rousseau, yasama gücünü devletin yüreği, uygulama gücünü de beyni kabul eder. Bunların diğer tüm organlara canlılık-ve hatta meşruiyet- sağladığını iddia eder. Hepimizin bilebileceği gibi, beyin felce maruz kalırsa insan kötürüm de olsa yaşayabilir. Ama yürek çalışmaz ve tükenirse elbette canlı varlık ölür. Rousseau böyle söylüyor... (Rousseau, s.85)

Politik sistemin yüreği olan Meclis'in, egemen varlık adına düzenleme yapması işin doğası ve gereğidir. Bunun aksini düşünmek, bizatihi egemen güç olan milleti dikkate almamak demek olacaktır. Elbette, millet maddi ve manevi egemenlik haklarını doğrudan doğruya kullanmaz. Hepimizin bildiği üzere, bunu temsilcileri eliyle yerine getirir. Bu durum aslında milletin de bigâne kalamayacağı bir görevi olduğunu göstermektedir. Bana göre, kamusal nitelikli en belirgin ve temel görev; millet dediğimiz sosyolojik bütünün icra ettiği egemenlik yetkilerini devretme meselesidir. Yetkilerini, biçimsel anlamda da olsa kendi kendini yönetmek için devreden millet-halk-, yetki devrinin sonucunda ortaya çıkan sonuçlardan dolayı, bu yetkiyi en çok kullananlardan belirli periyotlarla da hesap sormaktadır. Yol ve yöntem bellidir; o da elbette seçimlerdir. Genel anlamda bu söylediklerim demokrasinin vazgeçilmez prensipleri arasındadır.

Ne var ki, sözcüğün tam anlamıyla demokrasi hiçbir zaman var olmamıştır, belki de olmayacaktır da. Egemen varlığı temsil ettiğini iddia eden çoğunluk iradesinin yönetim hakkıyla, azınlıkta kalanların yönetilme durumları çokta mantıklı ve her sorunun üstesinden gelen sihirli formüller değildir. Yüzyıllardan beri en temel tartışma ve çalışmalara konu olan açmaz da buradadır.

Rousseau, hiçbir yönetimin demokrasi ya da halk yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli olmadığını söylerken, tahmin ediyorum bunları kast ediyordu. (Rousseau, s.64) Nitekim demokrasi özü itibariyle durmadan biçim ve kılık değiştiren, varlığını korumak için ise her zemine veya kavrama yaslanabilecek bir özellik taşır. Bunu da en başta dillerden düşmeyen ve en ufak bir sarsıntı karşısında sığınılan çoğunluğun iradesi retoriğinde görmek mümkündür. Çoğunluğun iradesi ya da milli irade denilen anlayış öyle esnek ve kaygandır ki; suiistimalleri örtebilmekte, yolsuzlukları kapatabilmekte, farklı söz ve düşünce izharında bulunanları sindirebilmektedir.

Diyeceksiniz ki, milli irade doğası ve içeriği itibariyle, bu olumsuzlukları ruhunda barındırmaz. Doğru, ama soyut iradeyi somut bir politik güce devşirenler; milli iradeyi, art niyetlerini gözlerden uzak tutmak için kolaylıkla kullanabilmektedir. Bunun örneklerinin ne kadar çok olduğunu bilmem söylememe gerek var mı?

Bu çerçevede, kutsallaştırdığı milli iradeyi eline ve kontrolüne alan -siyasi- irade, sutre gerisinde çevirdiği dolapları gizlemek için kullanmaktadır. Bu süreci tersine çevirebilecek bir istisna vardır. Eğer, egemenliği devreden güç mensupları dirayetli, rasyonel ve ne istediklerini bilen kararlı bir özelliğe sahipseler, hiçbir siyasi pratik milli iradeyi kirli emellerine kalkan olarak kullanamayacaktır...

İşin tehlikeli tarafı, çoğunluk iradesini arkasına alanların, kararan gözleri ve kapanan zihinleriyle çok tehlikeli maceralara atılmalarıdır. Bunun tarihte sayısız örneğini verebilirim. Nitekim insanlığın yakın geçmişi, milli iradeyle gelipte, bu iradeyi gasp eden ve sonuçta da yok eden talihsiz misallerle doludur. Despot yönetimler, diktatör eğilimler hep böyle ortaya çıkmıştır. Krallık gücünü zorla eline geçirene tiran, egemen gücü zorbalık ve düzenle kendisine mal edene de despot denildiğini hatırlatayım. Tiran, kanunlara aykırı olarak yönetme hakkına olarak el koyandır. Despot ise, kendisini kanunların üstüne çıkaran ve kendisini kanun olarak gören kişidir. Buradan da şu sonuç ortaya çıkar: Tiran despot olabilir, despot ise her zaman tirandır...

Buradan hareketle, milli irade veya çoğunluk(çu) anlayışa tutunarak, kendi dışındakileri bastırmaya çalışanların, etkisizleştirmeye uğraşanların ve millet varlığını kamplara ayıranların kafalarında adı konulmamış bir despot yönetim özlemi olduğunu görüyorum.

Anayasa değişikliği süreci, öncesi ve sonrasında yaşanılanlar bunları bana fazlasıyla düşündürttü. Daha çok şey söylemek mümkün, ne var ki işin özü yukarıda anlatmaya çalıştığımdan çok farklı değil...

Şunun farkındayım. Devlet gerçekte yasalarla değil, yasama gücüyle ayakta kalır. Ancak bu yasama gücünün de son derece dikkatli, objektif, ahlaklı ve adaletli kullanılmasında çok ciddi yararlar vardır.

Yasama ve yürütme gücünü elinde tutanlar, insan olmadan kaynaklanan kin ve öfkeyi, sürekli hesaplaşma güdüsüyle var olma psikolojisini mutlaka aşmış olmalıdır. Çünkü gücü elinde bulunduranlar, kendi dışındaki herkesle eşitsiz bir ilişki içindedir. Bu eşitsiz ilişkiyi, kişisel ihtiraslarla alt üst etmek, birlikte yaşamaya vurulacak en ağır darbe olacaktır. O zaman, dünyanın en iyi anayasasını da alsanız getirseniz, eğer ruh ve bilinçlerde birlikte yaşamaya karşı bir direnç oluşmuşsa, yapılacak bir şey maalesef kalmamış demektir...

Ülkemizde de böylesi bir süreci yaşamıyor muyuz? Dayatmayla hazırlanan anayasayı, milli iradenin isteği diye sunmak ve hiçbir uzlaşmaya yanaşmamak en büyük demokrasi ayıbı olarak dünya durdukça anımsanacaktır. Millet iradesini temsil ettiğini düşünen çoğunlukçu zihniyetin, bu iradenin asıl ve öncelikli sorunlarını umursamadan yürüttüğü anayasa değişiklikleri, maddeden kabul edilmiş olsa da, vicdanlarda kabul ve karşılık görmediğinden eminim... Ve yasama gücüyle kabul edilen anayasa değişikliklerinin, şimdiden mahkeme kararıyla hükümsüz olacağını da söylemek için kâhin olmaya gerek yok! Bunu kestiren ve tahmin eden siyasi otoritenin, yeni bir mağduriyet alanı yaratarak kısa sürede seçime gideceğini de söylemeliyim. ‘Madem mahkeme engelledi, o halde halk karar versin' sözlerini yakında duyarız gibi geliyor... İşte o zaman, egemenliğin sahibi ve hükmetme iradesinin kaynağı olan millet, herkes hakkındaki hükmünü bir kez daha verecektir. Ve bu kararın çok etkili olacağını, siyasette köklü değişimleri beraberinde getireceğini, yeni ve milli bir hükümetin bunalan milli vicdanları serinleteceğini düşünüyorum. Türkiye, muhtemel bir seçimin ertesinde bambaşka bir siyasi atmosferle karşılaşacaktır... Bunu Allah sağlık verdiği sürece hep birlikte yaşayıp, göreceğiz... 

Dip Not:

1- Rousseau J.J. (2009), Toplum Sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, (İstanbul; İş Bankası Yayınları)