Laiklik ve Başörtüsü Arasındaki (Manasız) Gerilim(2)

lign="justify"> Türk toplumu, değişik sorunların çok boyutlu kıskacı altında ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Sorunların görüntüleriyle, farklı derinlikteki kaynakları birbirine benzemediğinden bir "teşhis karmaşası" yaşanmaktadır.

Toplumun bir bölümüne göre; en önemli sorun köktendincilik, bir kesimine göre İslam'dan sapış, bir kısmına göre etnik terör, bir diğer bölümüne göre ise ekonomik bunalımdır. Bunlar ister sorun olsun ister olmasın, ister "görünen sorun", isterse "kaynak sorun" olsunlar, gerçek durum toplumun bunları çözemediğidir. Çünkü toplumun ruh ve bilinç hali; ne bunlara ne de başka sorunlara karşı koyabilecek hazırlıklara sahip değildir. Bu durumu hisseden iç ve dış mihraklar da sürekli sorun üreterek, toplumsal yapıyı meşgul etmekte, geleceğimizi tehlikeye atmaktadır. Son zamanlarda yaşanılan ve yaşatılan ibret verici kısır tartışmalar; toplum olarak sorun çözme kabiliyetimizin ne kadar zayıf olduğunu bir kez daha göstermiştir! Sorun çözme maharetimizin düşük olduğunun en temel kanıtı ise; düşünme biçimimizin neden sormaya değil, nedenini sorgulamadığı sorunlara çözüm üretmeye dayalı oluşudur. Zaten sorgulayan, düşünen insana da aileden başlayarak iyi bakılmamaktadır.

Bir babanın sürekli olarak, benim dediğim doğrudur, yaklaşımı; çocuğu düşünme ve sorgulama şizofreni yapmaktadır. Maalesef toplumumuz bu insanlarla doludur. Türk insanı hayatının bir bölümünde değişik nedenlerle bastırılmış, itilmiş, dışlanmış ve muhatap alınmamıştır. Ona düşen, ondan istenen sadece itaat etmek olmuştur. Ayrıca analitik düşünme özelliğinin olmaması sebebiyle de topyekûn sevmiş, topyekûn nefret etmiştir. Nihayetinde bir yöne giden kalabalığın içinden çıkıp da, inandığı için ters yöne gitme erdemliliğini ve cesaretini gösterebilen kişi sayısı o kadar azdır ki...

Bu kapsamda olmak üzere, başörtüsü ve laiklik etrafında mevzilenen çekişme ve korkutma taktikleri, sağduyulu Türk insanını tedirgin etmekte, savaş boyalarını sürerek, sözüm ona kutsal sefere çıkan kendinden menkul sahte fedailer değerler üzerinden ortalığı velveleye vermektedir. Başörtüsü ve laiklik arasında düelloya dönüşen sorun toplum tarafından bir türlü çözülememekte, gittikçe kronik bir hal almaktadır. Başörtüsü konusundaki tartışmaların ne kadar eskiye ait olduğunu bir misalle açıklamak mümkündür:

17 Haziran 1875 tarihli Hayal Mecmuası'nda çıkan bir karikatürde iki bayan karşılıklı konuşmaktadır. İşin ilginç tarafı bu karikatürdeki bayanların ikisinin de başı kapalıdır. Ancak bayanın birisi geleneksel tarzda başını örterken, öbür bayan daha modern çizgide ve görünümdedir. Nitekim geleneksel biçimde başını örtmüş olan bayan karşısındakine şöyle seslenir:

-Kız bu nasıl kıyafet? Utanmaz mısın?

Bunun üzerine daha modern görünümlü bayan anında cevap verir.

-Bu asr-ı terakkide sen utan kıyafetinden...

133 yıl önce bir dergide geçen bu diyalog, bu zamana kadar değişen bir şeyin olmadığını açıkça göstermektedir. Yani aynı toplumsal sorun yıllarca farklı biçimlerde ortaya çıkmış, ama bir türlü çözülememiştir. Kıyafet ile çağdaşlık arasında kurulan paralellik dün olduğu gibi bugünde en temel yanılgı olarak karşımızdadır.

Feuerbach sonrası gelişen, tabii bilimlere dayalı, Alman materyalizmi ve Emile Litre tarafından bu gelişmelere uyumlu hale getirilen pozitivizmin düşlediği, dini bir kenara bırakan toplum tasarımı gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte herkesin hedeflemesi gereken tek ve üstün medeniyet fikri yaygınlığını kaybetmiş, kıyafet tercihi ise seçkinlik ve modernlik sembolü olma vasfını çoktan yitirmiştir. Özellikle günümüz şartlarında modern ve çağdaş olmanın gereği olarak kıyafetin yerine geçecek öyle çok şey vardır ki!

Burada unutulan ya da ihmal edilen önemli bir husus daha bulunmaktadır. Bir defa, modernlik ve çağdaşlık kavramları evrensel değerler olup, insanlığın müşterek kullanımına aittir. Bu itibarla modern olmak için ille de batılı olmak ya da kıyafette farklı olmak gerekmez. Kaldı ki fiziki görünüme ve kıyafete göre yapılacak çağdaşlık tanımı, körün fil tanımına benzeyecektir.

Modern olmanın özü davranışta gizlidir. Modern insan ise karşısındakine tahammül edebilen ve saygı duyabilendir. Bununla birlikte, hizip ve çatışmanın yerini karşılıklı mutabakat alır ki; bu durum modern tavrın en temel özelliğidir. Diğer taraftan ilkel insanın en belirgin özelliği bencil ve dayatmacı oluşudur. Toplumsallaşmanın tamamen dışında olan ilkel insan, biz kavramına çok uzaktır. Onun için sürü şeklinden yaşar, sürü şeklinde davranır. İlkel insan için öncelikli husus kendi ihtiyaçlarını tartışmasız karşılanmasıdır. Bunun içine her türlü ihtiyaç girer.

İnsanın fıtratından kaynaklanan birinci ya da öncelikli olma güdüsü, modern dönemlerde; din, töre, ahlak, hukuk gibi normlarla evcilleştirilir. Tabii, bu zor bir süreçtir. Var olan aile yapısı bu hedefi tam olarak yerine getirememiştir. Bugün sorunlu ve çelişkilerle yüklü aileler, toplum yapısında patlamaya her an hazır bir bomba gibi durmaktadır. Aslında başörtüsü ve laiklik geriliminde bir kez daha görüldüğü gibi, toplumsal yapı her tartışmada hemen cepheleşmekte, saflaşmaktadır. Bireylerin bir tercihte bulunulmasına yönelik katı ve tavizsiz bir yönlendirme yapılmaktadır. Denilebilir ki, tahammülsüz ve ötekine yönelik düşmanca tutumun temelinde aslında bireyin yaşadığı, ama herkesçe ihmal edilen ve aileden başlayan ciddi bir kriz hali vardır.

Gelinen aşamada toplum sosyal ve siyasal kamplaşmalardan bunalmış ve kendini kaybetmiştir. Ülkemizin yakın geçmişinde; Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki kavganın toplumu ne hale getirdiği hatırlardan çıkmamaktadır. Bununla beraber, kahvelerin bile ayrıldığı, iki partiye mensup ailelerin birbirinden kız alıp vermediği dönemlere maalesef şahit olunmuştur. Bu garabet duruma dönemin siyasal aktörleri siyasal çıkar sağlama uğruna ne yazık ki göz yummuşlardır!

Benzeri ayrışma bir şekilde yıllardan beri devam etmekte, toplumsal yapı uzlaşma ve mutabakat ekseninde bir türlü buluşamamaktadır. MHP Lideri Sayın Bahçeli'nin TBMM grup konuşmasında belirttiği; ‘azami mutabakat, asgari tartışma kültürü' şu an için toplumsal yapının kriz halinden çıkması için ortaya atılmış en anlamlı ve kapsamlı formülasyon olarak görülmektedir.

Kısaca bugün üniversitelere başörtüsü ile giremeyen genç kızların mağduriyetlerini giderici girişime dönük tepki ve kızgınlıkların geri planında, kendi gibi düşünmeyenlere yönelik bir hırçınlık olduğu söylenebilir. Bir hakkın teslim edilmesinde bu denli ayrı ve aykırı yaklaşımların olması, toplumsal yapının zenginliğiyle açıklanamaz. Kaldı ki meseleyi bir varlık-yokluk bağlamında ele almanın neticesinde telafisi mümkün olmayan ayrılıklar da ortaya çıkacaktır. 

Yeri gelmişken beni derinden etkileyen bir çelişkili durumu ifade etmek istiyorum. Başörtüsü meselesinin çözümüne yönelik tepki ve itirazlarını yüksek sesle ortaya koyanların, Cumhuriyet'in kazanımlarından taviz verildiği iddiası ile ortalığı ayağa kaldırması herkesin gözü önünde cereyan etmektedir. Hatta bu kimseler; Türk milleti için her şeyini feda etmeye her an hazır olan Türk milliyetçilerine bile Cumhuriyetin kurucu değerlerini hatırlatmaya kalkışabilmişlerdir! Ancak bu güruh, Cizre'de; uğruna nice fanilerin toprak olduğu, istiklalimizin sembolü al bayrağımızın, hain bölücüler tarafından gönderden indirilerek ayaklar altına alınmasına utanç verici bir şekilde seslerini çıkarmamışlardır!  Siyah çelenk taşıma ve koyma merakında olanların da, düş kırıklıklarını ifade etme biçiminin bu olay karşısında nasıl ortaya çıkacağı doğrusu merak konusudur!

Bu tenakuzlar ortada iken biz kavramını ayakta tutmak ve yaşatmak zor olacaktır, ancak yine de imkânsız değildir. Aslında var olan çelişkilerin merkezinde bireyden kaynaklanan ve ailede vücut bularak anlam kazanan kriz hali vardır. Laiklik ve başörtüsü arasında manasız gerilimin temelsiz olduğunu, laiklikten ne anlaşıldığını bir önceki makalede etraflıca değerlendirmiştim. Laiklik devletin inançlarda tarafsız olması esasına dayanır. Buradan hareketle, tarafsızlığı bir tahakküm vasıtası kullanarak, bireysel inancını yaşayanları baskı altına almaya çalışmak aynı zamanda laikliğin ana fikriyle taban tabana zıttır.

Aynı şekilde, bireysel inancından kaynaklanan hak arama talebini; başlangıçta özgürlük ve eşitlik prensibine dayandırıp, sonra farklı niyet ve eksik kalmış hesapları gündeme taşımak için fırsat bilen sinsi emellerin de, baskıcı ve dayatmacı anlayıştan hiçbir farkı yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti bin bir emekle ve muazzam bir mücadelenin sonucunda kurulmuş kutlu bir devlettir. Başlangıçtaki ilkelerinden taviz verilmesi, kazanımlarının tartışılmaya açılması mümkün değildir. Ancak, Cumhuriyet sahte korkuluklar inşa edilerek de korunamaz. Türkiye Cumhuriyeti laik, sosyal ve çağdaş bir hukuk devleti olmanın özelliklerini sonsuza kadar muhafaza edecektir. Güçlü bir devlet, istikrarlı bir toplum; her değişimi veya farklı söz ya da eylemleri; bitiş, yıkılış anlamında değerlendiremez, değerlendirmemelidir. Her olayda felaket senaryolarını vizyona sokanlar, gerçekte Türk milletinin dünüyle bugünü arasında sağlıklı bir ilişki kurmaktan son derece acizdirler. Şu da unutulmamalıdır; Türkiye Cumhuriyeti bağışlanmış, lütfedilmiş, ikram edilmiş bir devlet değildir. Her santimetre karesinde şehit kanı vardır. Onun için herhangi bir girişimle ortadan kalkacak bir yapısı, tahrip edilecek değeri yoktur. Eğer öyle olsaydı, zaten Cumhuriyet'in bu zamana kadar ayakta kalması zor olurdu.

Toplumda var olan sorunların aşılması önemli ve önceliklidir. İşe bireyden ve aileden başlamak gerekmektedir. Sadece kurumların varlığına güvenerek devlet ayakta kal(a)maz. Bu itibarla sorun çözen, pozitif ve güçlü karakterden oluşan bir toplumsal yapıda sanal korkular ve sahte kahramanlar hüküm sürmeyeceği gibi laiklik ve başörtüsü gibi konularda da amansız ihtilaflar oluşmaz.

Son tahlilde Cumhuriyetimizin en büyük güvencesi; şahsiyetli, olgun, tutarlı, uzlaşmacı, dürüst, düşündüğü gibi yaşayan, ilkeli, namuslu bireylerden oluşan toplum yapısı olacaktır. Türk milleti var olduğu sürece de Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesine bağlı olarak sonsuza kadar yaşayacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmamalıdır...