"...Herkesin kendine ait bir yıldızı var. Herkesin kendine ait bir de inancı. Bense yalnızca tek bir şeye inanıyorum: Çöküşe. Uçuruma doğru giden bir arabadayız ve arabayı çeken atlarsa alabildiğine ürkmüş. Bizler çöküyoruz; hepimiz ölmeliyiz ve böylelikle yeniden doğmak zorundayız da. Büyük dönüm noktası geldi çattı bizler için. Bu her alanda yaşanıyor: Büyük savaş, sanattaki büyük değişim, batı devletlerinin büyük yıkılışı. Köhne Avrupa'da yaşayan bizlere iyi olan, bize özgü olan her şey öldü. O güzelim aklımız çıldırıyor. Paramız kâğıt parçası artık. Makinelerimiz ise yalnızca kurşun atmakta. Sanatımız bir intihar. Çöküyoruz dostlar, bu apaçık ortada..."

Herman Hesse'nin "Klingsor'un Son yazı" adlı anlatısının, kendini dışavurumcu olarak tanımlayan kahramanı, 20. yüzyılın başındaki çalkantılı atmosferi böyle betimliyordu. Burada, acıları olan bir kuşağın çığlıkları, feryatları ve umutsuzlukları anlatılmıştı. Bu ifadeleri, facialardan beslenerek büyüyen bir tepki kuşağının itiraz ve son bağrışları olarak da görmek mümkündür. 19. yüzyılın getirdiği düşünsel çekişmeleri göğüslemeye çalışan bu kuşak, diğer yandan I. ve II. Dünya Savaşlarıyla ile yüz yüze gelmişti.

Martin Heidegger, JeanPaul Sartre, Paul Ricoeur, Jacques Derida, Michel Foucault gibi 20'inci yüzyılın büyük beyinlerini derinden etkileyen Alman filozofu Edmund Husserl bundan neredeyse 80 yıl önce; "Avrupa'yı tehdit eden en ciddi tehlikenin bezginlik olduğunu" söylemişti.

Bezginliğin nefretle birleşmesi, insanlık tarihinin en büyük felaketlerinin yaşanmasına neden olmuştu. İdeoloji dehlizlerinde yolunu bulmaya çalışan insanoğlu, anlam merkezleri arasındaki çatlama ve kaymalar sonucunda, neredeyse kendi sonunu hazırlıyordu. Kendi değer ölçüleriyle, geleneksel ahlak ilkeleri arasına sıkışan insanlık, buradan bir terkip değil, bir facia üretmişti.

Platon'dan Orta Çağ düşünürlerine kadar, gerçeklik ve ideal arasındaki uçurumu ölçebileceklerini iddia edenlere, geçtiğimiz yüzyılda da yenileri eklenmiş, ancak yapılan her yeni girişim daha büyük sorunlara yol açmıştı.

Kaldı ki, fanatizmin düşünme ve sağduyuyu esir altına aldığı bir dönemde, ideal ve gerçek arasında ki ilişki ve orantıyı ölçmenin bir anlamının olup olmadığını da ayrıca sorgulamak gerekecektir!

Aslına bakılırsa, bezginlik, sadece 80 yıl önce değil, tarihin her döneminde insanları etkisi altına almış bir hissetme hali. Bezginlik beraberinde ciddi sorunları tetikleme işlevini içinde barındırıyor.

Bezginliğin anlamsızlığa, oradan da teslimiyet ve tepkisizliğe dönüşmesi arasında çok az bir mesafe var. Bezginliğin sonucunda insanlık, geçtiğimiz yüzyılda iki büyük savaşa sebep olmadı mı? Yüz milyonlarca insan bu nedenle ölmedi mi?

İdeolojilerin insanlığın yolunu aydınlatması gerekirken, bazıları insanlığı tarihin bataklığına gömmek için küreyi yangın yerine çevirmedi mi? Nereden bakarsak bakalım, insanlığın bilinen medeniyetinin ortaya çıkardığı sonuç ve tecrübeleri insanın yolunu aydınlatabilmiş değil.

Kürenin içinde elbette bizde varız. Söylediklerimin çoğu ülkemiz içinde geçerli. Talep ettiğim, gündeme getirmek istediğim sonlu çözüm yolları değil. Ancak, rahat ve huzura bu kadar hasret kalmış milletin bir ferdi olarak, bunları söylemenin yerinde ve doğru olacağına inanıyorum.

Daha öncede söyledim: Dünden bugüne değişen pek bir şey yok. Değişen sadece sorunların cesameti, niteliği ve hacmi! MHP Lideri Sayın Devlet Bahçeli; 16 Aralık 2008 tarihinde ki TBMM Bütçe Konuşmasında; çok güzel ve anlamlı olarak sanayileşemediğimizden dolayı sorun çözme kültürüne kavuşamadığımızdan bahsetti. Bence üstünde günlerce düşünülmesi gereken bir tespit. Sorun çözemedikçe cepheleşiyor ve saflara ayrılıyoruz. Ayrıldıkça kopuyor ve birbirimizden uzaklaşıyoruz.

Yeni bir yıla daha adım attık. Allah aşkına dünden bugüne değişen ne oldu ki? Tesir ve etki altına alan bezginlik hali, değer ve milli kıymetlerimize yönelik hasmane tutumlara karşılık tepkisizliği teşvik etmiyor mu?

Çözülmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken onlarca mesele varken, ısrarla, milli kabuller ve milliyetçi düşünceyle arta kalan hesaplaşmayı yapmak için fırsat gözleyenlerin varlığı artık tehlikeli bir noktaya ulaştı. Daha önceki makalemde, milliyetçiliğin önündeki engel ve tehditlerden bir bölümünden bahsetmiştim.

Bu makalede de duygudan, heyecandan ve hissetmekten beslenen milliyetçiliğe bezginliğin yaptığı tahribata kısaca değineceğim.

Milliyetçiliği yalnızca buhran ve aleni çatışmalarla öne çıkan bir ideoloji olduğunu ileri süren sorunlu zihinler, nedense milliyetçiliğin, modern çağın kolektif bilincinin ve son iki yüz yılımıza damgasını vuran devlet yapısının temelini oluşturduğunu görmek ve anlamak istemezler.

Milliyetçilik yalnızca siyasi değil, aynı zamanda kültürel ve kişisel bir kimlik meselesidir. Millet söylemi, özellikle özlemler ve özdeşleşme bağlamında dile getirilirken, devlet söylemi akıl ve çıkar anlayışıyla anlamlandırılmıştır. Bu çerçevede bunlara neden olan da milliyetçiliktir. Milliyetçilik bizi biz yapan hayatı yaşama ve anlama biçimidir. Geçmişle bağ kurmamızı sağladığı ve bu konuda ilham verdiği için duygusal bir güce de sahiptir. Bu haliyle milliyetçilik, tarihle kurulan irtibatın yegâne ve en önemli yoludur.

Bugünkü dünyanın hemen her yanında, sınırlardan bahsediliyorsa, millet egemenliğinden söz edilebiliyorsa; ülke, vatandaş, toprak, coğrafya, bayrak, vatan kavramları dile geliyorsa inanıyorum ki, öncelikle bunları milliyetçiliğe borçluyuz. Diyebiliriz ki, modern dünyanın kavramsal formunu ve pratikteki düzenini sağlayan ve oluşturan milliyetçiliktir.

Millet olarak var olabilmek için, toplumsal dayanışma ve kolektif kimliğin vazgeçilmez bir önemi vardır. Bu ikiz kardeşi sağlayacak ve harmanlayacak da milliyetçilikten başkası olmayacaktır.

Kendi topluluğuna sadakatin temelleri çok eskiye dayanır. Bu durum, milliyetçiliğin, ilk olduğu, yani hatırlanandan ve insanlık tarihinin kayda geçirilişinden bile önce var olduğu iddiasını en açık şekilde taşıyan boyutudur. Mesela Machiavelli'nin 16.yüzyılda Floransa'ya sadakati, milliyetçilik tarihinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Bizde, hemşericilik bağlarının güçlü olmasını psikolojik ve sosyolojik nedenleri varsa da, bu durum milliyetçiliğin bu çevrelerde kolayca vücut bulacağını gösterir.

Milliyetçiliğin duygudan, heyecandan beslendiğini söyledim. Sonuçta oluşacak millet ve devlet formatını da, bunun dışında düşünmek mümkün olmayacaktır. İşte bu bakımdan bezginliğin tehlikesi kendisini burada gösterecektir. Bu ruh hali heyecanı öldürecek, duyguyu köreltecek, vurdumduymazlığı kurumsallaştıracaktır. Bu anomalinin sosyal bir iklim haline gelmesiyle; millet olmak, milliyetçi değerlerle donanmak, geçmişe sahip çıkmak, gelecekten umutlu olmak gereksiz bir hal alacaktır! Bu bağlamda bezginlik hem dünü, hem bugünü, hem de yarınları kaybettiren görünmeyen bir faciadır.

Yukarıda belirttiğim dayanışma ve kolektif kimlik anlayışının, bezginlikle birlikte iğdiş olacağı söylenebilir. Bu itibarla, bezginlik çok önemli ve mutlaka aşılması gereken bir hastalıktır.

Bezginliğin sağladığı ortamdan üreyen zihniyetler, saplantılı bir ruh haliyle hayali geçmiş kurgulayıp, bunun üzerinden suçluluk psikolojisini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Entelektüel yetersizliklerini aykırı iddialarıyla örtmeye çalışanların; geçmişe dil uzatmaları, dış odakların çekim merkezinden Türk milletini sanık sandalyesine oturtmaları, yerli ve milli olan temel değerlere saldırma zemini bulmaları bezginlik duygusuna paralel olarak artmakta olduğunu düşünüyorum.

Aslında bu sorunlu manzara yeni de değil. Rahmetli Mümtaz Turhan; Garplılaşmanın Neresindeyiz? İsimli kitabının ilk baskısına yaptığı önsözün bir yerinde şöyle diyor: "...Bugün Türkiye, tarihin en buhranlı devirlerini yaşamaktadır... Korkunç bir içtimai (sosyal/toplumsal) istiklal savaşı içinde olduğumuzu unutmamalıyız." Nasıl sözler ama! Kitabına bu ifadeleri Eylül 1958 tarihinde yazmış. O günden bugüne değişen kişiler ve zamandan başka ne var? Bezginlik içinde geçen yılların acı sonuçlarını şöyle bir göz önüne getirin! Neler görüyorsunuz? Geçen yılların iyi bir tarafının olmadığı açıkça görülmüyor mu? Devlet bekası-raison d'etat-, milletin sürekliliği, bireyin mutluluğu sürekli olarak kritik ve hassas bir durumda olmamış mı?

Geçtiğimiz yüzyılda Avrupa'ya egemen olan ve çok ciddi sorunlara yol açan bezginliğin tuzağına ve tesir alanına çoktan girmiş durumdayız. Bu haliyle millet, devlet, vatan, coğrafya, tarih, dil, bayrak konularında ki ataletsizliğin ve milletin tüm fertleri tarafından sahiplenilmemesinin geri planında yatan asıl nedenlerden,-belki de en önemlisi- bu olsa gerek. Bu kapsamda, vatan ve devlet kuran, milleti müşterek hedefler etrafında toplayan milliyetçiliğin bezginlikle de mücadele etmesi, Türk milletinin geleceği açısından yapılabilecek en büyük katkı olacaktır. Roma düşünürü Seneca'nın deyimiyle; başarının büyüklüğü, inancın büyüklüğüyle doğru orantılıdır. Bana göre, milliyetçiliğin ve milliyetçilerin bundan sonra yapması gerekenlerin başında, büyük bir inançla Türk milletinin bezginliğini aşmak için çare ve yol bulmak olmalıdır.

Muhterem okuyucularım; hepinizin yeni yılını kutlar, mutlu ve sağlıklı bir yıl geçirmenizi dilerim...