Laisite bir toplumun laik özellik taşıması anlamına sahip olurken, laisizm bir program, bir doktrin olarak ortaya çıkmakta ve öyle olmadığı düşünülen bir toplumun laik hale getirilmesi için uygulamaya sokulan kapsamlı bir eylem bütünü olarak değerlendirilmektedir.

Eski Yunanlar ‘laikos' terimiyle, halktan olan kişiyi ifade etmekteydiler. Burada halktan anlaşılması gereken yönetim işlerine dâhil olmayan kişilerdir. Eski Yunan tarihin gördüğü en dindar toplum yapısına sahipti. Gündelik ve sıradan her davranışın bile dinsel bir içeriği bulunmaktaydı. Antik Yunan tanrılarının çokluğu dikkate alındığında buna çok da şaşırmamak gerekmektedir.

Ortaçağ Kilisesinde ise laicus ifadesi kullanılmış, ruhbandan olmayan, Kiliseye mensup olamayan, herhangi bir dinsel işlevi ve sıfat olmayan kişiler kast edilmiştir. Laicus ifadesi metinlerde XIII. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanmıştır. Bu söylenenler çerçevesinde denilebilir ki laiklik; insanların kiliseye veya daha doğru bir ifadeyle, din alanına mensup olup olmamalarına göre anlamlandırılır. Bununla birlikte, laikle eşanlamlı olan seculer kelimesi;  Latincenin saeculum(yüzyıl) kelimesinden türeyen saeculerism'den gelmektedir ve yüzyıla ait olma anlamı taşır. Yani dünyeviliği ifade eder. Buna göre laiklik ruhani ve dünyevi alan arasında ki hassas dengeyi ve farklılığı belirtir. Zira bu alan karşıtlık temelinde anlamlandırılamaz.

Laiklik kavramı toplumsal bir ihtiyacın sonucunda ortaya çıkmıştır. Özellikle Orta Çağ Avrupa'sının sosyal ve kültürel hayatı göz önüne alındığında buna da çok fazla şaşırmamak gerekmektedir. Kilise'nin tahakkümü altında yüzyıllarca bunalan Avrupa, laiklik kavramıyla dünyevi alan ile ruhani alandan hassas bir biçimde ayrılmıştır.

Saint Barthelemy katliamı Orta Çağ Avrupa'sının insanlık dışı olaylarından biridir: Katliam, Fransa'nın başkenti Paris'te, Aziz Barthelemy bayramına denk gelen 24 Ağustos 1572 sabaha karşı saat 3'te çalan Saint Germain kilisesinin çanlarıyla başlamıştır. Birbirlerini tanımak için önceden hazırladıkları beyaz haçlı giysilerle çanların sesini bekleyen Katolikler, bir anda sokaklara dökülmüş ve yataklarında uyuyan Protestanları resmen kesmişlerdir. Oysa o dönemde Protestanlar, Fransız nüfusunun yüzde 30'unu oluşturdukları gibi, devlete egemen soyluların, yani saray erkânının yarıdan fazlası da Protestan'dır.

Zaten bu yüzden, nüfusun yüzde 70'ini oluşturan Katolikler, tüm Protestan aristokratların Paris'e geldiği bir düğün gecesi harekete geçerler. O düğün ki, tam da ülkedeki dinsel barışı sağlamak amacıyla Katolik Kral 9.Charles'ın kız kardeşi Margot'nun Protestan 4.Henri'yle zoraki evliliğidir. Saldırganlar, önce Kralın başdanışmanı ve Protestanların lideri Amiral Coligny'nin evini basar. Pencereden attıkları Coligny'nin kafası, elleri, ayakları kesilen cesedi kazığa geçirilir. Paris'te başlayan katliam aslında bir soykırım olup tüm Fransa'ya yayılır. İki gün aralıksız süren soykırımda, kurban sayısının 100 bin dolayında olduğu tahmin edilmektedir. 26 Ağustos 1572'den sonra hayatta kalan Fransız Protestan soyluların tamamı dinini inkârla Katolikliği kabullenmiş, soyluların dışında hayatta kalan Protestanlar ise İsviçre ve Almanya'ya sığınmıştır. Sonradan Fransa kralı olan 4.Henri de, Katolikliğe geçenler arasındadır. Bugün bile Protestanlar, Fransız nüfusunun yalnızca yüzde 2'sini oluşturmaktadır.

Öte yandan 1618-1648 yılları arasında Almanya ve müttefiki olan İspanya ile Fransa ve müttefiki İsveç, Danimarka arasında geçen Otuz Yıl Savaşları; Alman ve İspanya krallarının yeni mezheplere karşı bayrak açması üzerine başlamış, bir çok cana mal olarak Protestan yanlılarının galibiyetiyle de sonuçlanmıştır.

Bu örneklerden görüleceği üzere, Orta Çağ Avrupa'sı toplumsal aklın ve sağduyunun olmadığı uzun bir dönemi yaşamıştır. Bu itibarla, Avrupa, toplumsal uzlaşmayı sağlayabilmenin yollarından biri olarak da, dine ait olanla, dünyaya ait olanı ayırmak olarak değerlendirmişler ve  bunu uygulamışlardır.

Orta Çağ Avrupa'sı her açından korkunun ve bilgisizliğin de hâkim olduğu bir zamanı yansıtır. Bu duruma değişik ve çarpıcı örnekler vermek mümkündür: Ortaçağ Avrupa'sında dünyanın yuvarlak olduğuna ilişkin tezler ilk ortaya atıldığında, bunu şiddetle eleştirenler dünyanın aşağıda kalan kısmında "ürünlerin ve ağaçların aşağı doğru büyüyeceğine, yağmurların ve karın yukarı doğru yağacağına inanacak kadar kafasız bir insan olabilir mi?" diye soruyorlardı. "Altıncı yüzyılda Gaza'dan Pracopius bu tezi destekleyecek güçlü teolojik silahlarla ortaya çıktı: (Dünyanın altı) Öbür taraf diye bir şey olamaz; öyle olsaydı, İsa oraya da gitmek ve çektikleri acıları bir kez de orada çekmek zorunda kalacaktı." diyordu. Böylesi bir hurafeye yüz binlerce inanan insan çıktı.

Ortaçağda fırtınaların şeytani kökenli olduğuna inanan Hıristiyanların; rüzgârın dinmesi için önceleri yüksek sesle şarkı söyleyip; çan çalmaları daha sonraki dönemlerde ise büyücü olmakla suçladıkları pek çok kadını işkence ile öldürmeleri Kilisenin bir emriydi.  Nitekim Kilise, kendi öğretileriyle tam bir uyum içinde olmayan her türlü öğretimi şiddetle bastırmıştır. Dini mahkemeler, on binlerce zanlı büyücüyü ve dini muhalifi işkenceyle ölüme mahkûm etmişlerdir. Mahkûmlar ayrı yönlere doğru kırbaçlanan iki atın arasına bağlanarak parçalanmışlar, iç organları boşaltılarak asılmışlar ve kazığa bağlanarak yakılmışlardır.

Bütün bu toplumsal dramlardan sonra laiklik kavramı geliştirilmiş ve uygulamaya sokulmuştur. Bu bağlamda laiklik kavramı Batı eksenli bir anlayışı temsil eder. Ancak, bizdeki laikle, Batı'daki laikliğin önemli bir farkı bulunmaktadır: Bir kere Batı, laikliğe yukarıda sadece bir kısmı ifade edilen insanlık dışı olayları yaşayarak, yani bedel ödeyerek ulaşmıştır. Bizde ise laiklik hazır bir biçimde alınmıştır. Bu yüzden bunca zaman geçmesine rağmen hala kavram üzerine tartışma ve çekişme bitmemiştir. Bundan sonra da bitecek gibi görünmemektedir.

Toplumsal taleplerin siyasette karşılık bulması ve çözüme yönelik iradenin ortaya çıkması, olması gereken bir durumdur. Zira böyle olmasa siyasetin meşruluğu ve mevcudiyeti tartışılacaktır. Yani toplumda var olan sorunlar mutlaka milletin temsilcileri eliyle, müşterek kanaat doğrultusunda sonuçlandırılmalıdır.

Türkiye'de toplumsal müştereklerdeki zayıflıklar, sorunlar karşısında yeni cepheleşmelerin oluşmasına neden olmaktadır. Böyle olunca toplumsal birlik duygusu derin bir sarsıntı içine girmektedir.

Yukarıda Batı'nın yaşadığı inanılması zor bazı olaylar aktarılmıştır. Batı böylesine bir durumdan kurtulabilmek için, toplumsal kesimleri önce kavramlar etrafında buluşturmuş, sonra da müşterek inançlar bağlamında uzlaştırmıştır. Türk tarihinde ise bu tip olaylar yok denecek kadar azdır. Ancak, bu durum Türk toplumunun ortak kanaatler etrafında buluşmasını sağlayamamıştır. Binlerce yıllık kültürü olan bir milletin her sorun ortaya çıktığında kutuplaşmasını başka türlü izah etmek de mümkün değildir.

İçinden geçtiğimiz zaman sürecinde laiklik etrafında koparılan fırtınalar müştereklerin sözde olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Üniversitelerde başörtüsü sorununa yönelik çözüm hamlesinin toplumun bir bölümünde derin kaygılara yol açması, bunun Cumhuriyet'in kazanımlarının bertaraf edilmesine yönelik bir girişim olarak tanımlanması, benzerliklerimizden daha çok derin ayrılıklarımızın olduğunu işaret etmektedir.

Bir defa Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Bu laiklik anlayışı din ve vicdan özgürlüğünün de teminatıdır. Bu noktadan geri dönüş mümkün değildir. Bu durum aynı zamanda kuruluş felsefesinin bir gereğidir.  Toplumda var olan ve kahir ekseriyetin üzerinde mutabık olduğu bir sorunun giderilme çabasını, laiklikten taviz olarak değerlendirmek korku tacirliğinin başka türlü bir ifadesidir. Nitekim Cumhuriyetin muazzam ve tartışmasız değerleri eğer toplumsal bir sorunun ortadan kaldırılmasıyla gerileyecekse, Cumhuriyet'in kazanımları zaten kurumsallaşamamış demektir!

Konu hassas ve naziktir. Bir meselede hemen, toplumsal karşıtlıkları tahrik ve taciz edip ortalığı ayağa kaldırmak, geleceğe yönelik ümitvar bekleyişleri de çok olumsuz etkilemektedir. Kaldı ki Türk milleti, Cumhuriyet'in eşsiz değerleri bağlamında taleplerini dile getirebilmelidir. Teşkilatlı ve organize azınlık oluşumları, kendi isteklerine yönelik bir toplum yapısında diretir ve bunu da dayatırsa; bu durum en azından fertler arasında eşitlik prensibine aykırılık teşkil edecek, toplumsal buhranı tetikleyecektir.

Laiklik, Türk toplumu için ithal bir kavram olmasına rağmen, üzerinde anlaşılmış ve uzlaşılmıştır. Çok küçük maceracı bir azınlık dışında, kimsenin laiklikten rahatsız olduğu yoktur. Bu anlamda laiklik insanların inançlarını yaşabilmesinin de bir güvencesidir. Sırf inancından ve samimi duruşundan dolayı başını örten birisinin eğitim özgürlüğünün kısıtlanması da insanlığın binlerce yılda meydana getirdiği müşterek kazanımlarına uygun düşmeyecektir.

Mustafa Kemal Atatürk'ün laikle ilgili görüşü tartışma kabul etmeyecek kadar nettir: "Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, gelişmenin ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalmamış şark kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz." Ayrıca Türk düşünce hayatının iftihar burçlarından olan rahmetli Mümtaz Turhan ise laiklikle ilgili görüşünü şu şekilde ortaya koyar: "Laiklik kavramı, bizde yasalarda ifadesinin bulduğu yönüyle sadece dinle devlet, dünya ile ahiret işlerinin ayrı tutulması prensibini içermez, aynı zamanda vicdan özgürlüğü ile başka inanç ve kanaatlere karşı müsamahayı, böylece her tür bağnazlığa karşı olmayı da içerir... Laiklik Avrupa'da bilim ve fikir sahasında en az üç asır süren bir gelişme ve çok çetin mücadeleler sonucunda oluşan eser bir düzenin ifadesidir."

Konuya devam edeceğim...