Her yolun başlangıcında umut ve umutsuzluk rüzgârları birlikte eser. Belirsizlikler ve şüpheler; heyecan ve meraka çoğu zaman galebe çalar. Geride bırakılanlar, arkada kalanlar umutla, gidenin bir yolculukla tekrar geri gelmesini bekler.

Her gidiş yeni bir hayata kapı aralar. Bu kapının ardında ne olduğu, nelerin beklediği ne istenildiğiyle yakından ilişkilidir. Aslına bakılırsa hayatta öyle değil midir? Neyi umuyorsak çok zaman onunla karşılaşmaz mıyız? Yolculuk kişiye bir olgunlaşma ve kişisel muhasebe imkânı sağlar. Kaldı ki özlemlerin doruklarda bağdaş kurup oturmasına aldırmadan, ama bu durumu fark ederek bir gün gittiği yere geri döneceğini bilenler için yolculuk öğreticidir. Korkmadan, yeni ve farklı hayatların bilincinde olmak insanı heyecan ummanında sırılsıklam yapar. Bu çerçevede her yolculuğa bir ‘Başlangıçtır' demek mümkündür.

İçinde bulunduğumuz çağda, hayatı anlamlandırma konusunda çok mesafe alabilmiş değiliz. Bu bakımdan verili ve planlı bir hayat tercihi konusunda azami bir mutabakat olduğu doğrudur. Kabul etmek lazım ki; insanoğlu belirsizliğin sonuçlarına karşı son derece endişelidir. Özellikle modern çağ ile birlikte bu konuda ki hassasiyet daha çok artmıştır.

Ancak belirsizliğin kuşatmışlığına teslim olmak yerine; çevreyi, bir başkasını ve dünyayı tanıma ve anlama isteği de doludizgin ruhumuzu çevrelemiştir. Bu itibarla içimizdeki keşif ve merak duygusu; kalıplarımızın, sınırlarımızın ve hatta hayallerimizin aşılmasını beraberinde getirmiştir. Bunun yollarından birisi de şüphesiz yolculuktur. Bir yerden, bir başka yere gitmek her açıdan ve bakımdan insanın kişisel dünyasını dönüştüren bir etki yapar. Bu dönüşüm bir başladı mı bir daha durmaz...

Meseleye nereden ve nasıl bakacak olursak olalım, diyebiliriz ki; insanlığın tarihi, bir yönüyle yolculuğun da tarihidir. Doğumdan ölüme kadar defalarca muhatap olunan yolculuk, sosyal tanışıklık ve bütünlüğü de sağlar. Ulus-devletin oluşmasında ve yaygınlaşmasında bu faktörün belirleyici bir işlevi olduğu söylenebilir.

Yeri gelmişken şu hususu da belirtmek yerinde ve faydalı olacaktır: Bu zamana kadar yolculuğun sınırlarını zorlayan ve merakla, bilimsel bilgiyi birleştiren medeniyetler, kendi dışındaki medeniyetlere fersah fersah fark atmıştır.

Bizim için yolculuk çok defa ayrılık ve hasretliği yansıtır. Bu itibarla yolculuk ve gitmeler üzerine çok şey söylenmiştir. Özlemlerin alabildiğine hâkimiyetini ilan ettiği bir toplumsal yapıda başka türlüsü de zaten mümkün değildir. Ancak yaşanılan bu kadar özlem ve onun sonucundaki olması gereken sosyolojik birlik ve olgunluk, hala kalıcı bir mutabakata dönüşmüş değildir. Bu durumun sancılarını bir şekilde ve değişik görünümde hala yaşamaktayız.

Diğer taraftan insanlık bugünkü aşamaya gelesiye kadar; sürekli olarak yolculuk yapmış ve bundan sonra da yapmaya devam edecektir. Yolculuklar; çoğunlukla keşif tutkusundan ve önüne geçilemez heveslerden kaynaklanmıştır. Bunu yanı sıra; iş, öğrenme, yer edinme, yurt kurma ve diğer benzer sebeplerden dolayı tempolu bir yolculuk hali her daim varlığını hissettirmiştir.

Dünyanın keşfine, ilkel beslenme kaygılarından büsbütün uzak nedenlerle ilk çıkanlar Mısırlılar olmuş ve M.Ö. 3000 yıllarında, yeni ticaret pazarları bulma amacıyla, Afrika kıyılarını dolaşmağa başlamışlardı.

M.Ö. 600 yıllarına doğru, firavun Nekao'nun gönderdiği Fenikeli gemiciler, üç yılda Afrika Kıtası'nın çevresini dolaşmayı başarmışlardı. Bununla birlikte, Kızıldeniz'den yola çıkıp bugünkü Cebelitarık Boğazı yoluyla Akdeniz'e girmişlerdi. Kartacalılar da, uzaklara yolculuk yapmışlar, M.Ö. 500'de Hannon komutasına verilmiş büyük bir donanma, Afrika'nın batı kıyıları boyunca Gine Körfezi'ne kadar gidebilmişti.

Bütün Ortaçağ boyunca ise, Hıristiyan âleminde Dünya haritası, sadece cenneti ve cehennemi bulunan bir Dünya'nın tasvir edildiği teorik bir şemadan, bir süsten ibaretti. Hâlbuki bu dönemde, IX. yy'da Vikinglerin keşifleri önemli sonuçları ortaya çıkarmıştı.

Avrupalıların Amerika'ya yolculukları da, XV. yy. sonlarında Kristof Kolomb'un serüveniyle başlar. Yeni dünyanın güney kesiminin fethi, İspanyol Conquistadorlarının (Cortes, Pizarro) eseri olmuştu.

Dünya'nın öbür ucunda ise, gözü pek gezginler Ortaçağ'ın sonlarından itibaren, ‘İpek Yollarını' aradılar ve bu yollardan doğuya ulaşmağa çabaladılar. Bunlar, ya Büyük Hun İmparatorluğu'nda Hıristiyanlığı yaymağa çalışan Willem Van Rubroek gibi din adamları, ya da Venedikli Marko Polo gibi tacirlerdi. Marko Polo, uzun süre Çin'de kaldı ve anlattığı göz kamaştırıcı serüvenleriyle birkaç gezgin kuşağının merakını ve hayal gücünü kamçıladı.

XIV. yy.da Asya'ya giden deniz yolunu açan ise Portekizliler olmuştu. Portekizliler, Afrika'nın batı kıyılarını sistemli bir biçimde araştırdılar. 1487'de Bartolomeo Dias "Fırtınalar Burnu'nu" (Ümit Burnu) aştı ve on bir yıl sonra Vasco de Gama bu yoldan, Afrika'nın doğu kıyısı boyunca yukarıya doğru çıkıp Hindistan'a ulaştı. Portekizliler oradan, Arapların aleyhine, ticari etkilerini Selebes Adaları'na kadar yaydılar.

Bir başka Portekizli, Macellan ise, XVI. yy. başlarında, İspanya hesabına ilk Dünya turunu tamamladı. Ancak bugün adını taşıyan boğazı binbir güçlükle aştıktan sonra, keşif gezisini sona erdiremeden hayata gözlerini yumdu.

Bunların hepsi de her şeyden önce geçtikleri yolların gizemini korumaya kararlı tacirlerdi. Bunun için yolda rastladıkları gemileri batırmaktan veya sözde rastladıkları korkunç canavarların öykülerini anlatarak rakiplerinin cesaretini kırmaktan çekinmiyorlardı. Tarih boyunca yapılan yolculuklar uygarlık eksenini doğudan batıya kaydırarak, bugünkü karşı karşıya olunan çok bilinmeyenli medeniyet denklemini kurdu.

Tekrar bize dönelim: Yolculuk aynı anda hem kavuşmayı, hem ayrılığı içinde barındırır. Bu işin romantik tarafıdır. Ama bizim için çok şey ifade eder. Ancak geri dönebilmek ve hedeflere ulaşabilmek için gitmekte gereklidir. Ayak izleriyle birlikte, yüreğini bıraktığı yollarda yürümesini bilenleri de muhteşem kavuşmalar her dönemeçte ve her fırsatta bekler.

Her yolculuk gerçekte kendimize yapılan bir fetihtir. Bu fetih; mayası gelmiş hamurun teknede durmadığı gibi; benliğimizin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Öncelikle haricimizdeki unsurların keşfi yerine, asıl seyahat derinliklerimize yapılır. Bunu ise çok az fark ederiz. Kaldı ki bunu anladığımız anda hayata dair anlamlandırma sıkıntısını da aşmış olacağız. Asıl yolculukların, kendimize yapıldığını vurgulayan mitolojik otuz kuş hikâyesiyle yazımı noktalamak istiyorum.

Simurg; uzun boynunda beyaz bir halka bulunan, safran tüylü, güzel sesli, insana benzeyen büyük bir masal kuşudur. Aynı zamanda kuşların kralıdır. Efsaneye göre; Kaf dağının arkasında yaşarmış. Bir gün kuşlar, krallarına ulaşabilmek için toplanıp uzun ve zorlu bir yola çıkmışlar. Önce aşk denizinden geçmişler. Arkasından ayrılık vadisinden uçmuşlar. Hırs ovasını aşıp, kıskançlık gölünden kıvrılmışlar. Bu esnada kuşların bir bölümü aşk denizine dalmış, bir kısmı ayrılık vadisinde kalmış. Kimisi hırs vadisine düşmüş, kimisi ise kıskançlık gölüne batmış. Yolculuk bittiğinde ise, Kaf dağının ardına sadece otuz kuş varabilmiş. Ancak aradıkları kralları Simurg'u bulamamışlar. Oysaki Farsça'da ‘Si' otuz, ‘Murg' ise kuş demekmiş. Nitekim kuşlar aradıkları krallarının kendileri olduğunu, uzun ve çileli yolculuktan sonra anlamışlar. Ve gerçek yolculuğun, kendine yapılan yolculuk olduğunu bu şekilde öğrenmişler.

Mısır piramitlerinin eteklerinde hazine arayan Endülüslü çobana Simyacı'nın dediği gibi: "Yolculuk bir öğrenme yöntemidir. Bilmemiz gerekenleri bize o öğretir." Son söz olarak; giden gelir, gelen gider...