Yaşanılan sıkıntılı süreç bir kâbus gibi Türk toplumunun üzerine abanmış durumdadır. Hazin bir manzara olarak, umutsuzluk ve mutsuzluk halinin sanki herkes tarafından sıradanlaşmış bir hale gelmiş olduğu görülmektedir.

İmtiyazlı bir azınlık dışında, kimsenin bugünden ve yarından ümidi kalmamıştır. Farklı yoğunluk ve nitelikteki bütün olumsuzluklar, filizlendikleri sosyal iklimlerin bir sonucu olarak bireysel huzuru esir almışlardır.

Her şeyi tersten tartışmanın, başka bir deyimle; atı, arabanın arkasına koşmanın çelişkili hali bütün bunların başında gelmektedir.

Siyasal ve toplumsal sistemdeki amansız sürtüşme ve hizip yoğunlaştıkça, bireylerin direnci maalesef zayıflamakta, dayanma ve mukavemet gücü azalmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak anormallikler, patolojik vakalar hızla toplumu sarmakta, ahlaktaki çöküntü tam da burada ortaya çıkmaktadır. 

Bundan önceki iki makalede de ahlakın tarumar olmasıyla ilgili birçok örneği siz değerli okuyucularımla paylaştım. Ancak, ahlak konusunda bir tanımlamaya gitmedim.

Şimdi bir tanımlama yapacak olursak, ahlak: Toplumsal yaşamda belirli bir kişi ya da tüm toplum için belirli zaman ve yerde geçerli olan (ya da geçerli olması beklenilen) değer yargılarının, örf, adet, norm ve kuralların oluşturduğu bir sistem bütününe verilen isimdir. Buradan şunu söyleyebiliriz: Birçok kaynağı olan ahlak, bu kaynaklardan beslenip, müşterek değerleri insanların birlikte yaşayabilmesi amacıyla kurumsallaştırır.

Hepimizin bilebileceği gibi, insanlar belirli biçimlerde davranmak için ahlak ilkeleri oluştururlar. Bu ilkeler insanların davranışlarına ve tutumlarına yön verir. Kant'a (1724-1804) göre, evrende değer üreten, özgürlüğünü iyi iradeyle yaşayabilen, bir amaç ortaya koyabilen biricik canlı, insandır. O nedenle ahlak da, hukuk da ortaya amaç koyabilen insanın ürünleridir.

Tarihin her döneminde, her toplum için genel geçerliliğe sahip müşterek ahlaki norm ve kurallar olmuştur. Örneğin, hırsızlık yapmak, yalan söylemek, fuhuş her zaman ahlak dışı davranışlar olarak kabul görmüştür. Bunların müsamaha gördüğü, normal karşılandığı toplum elbette yok denecek kadar azdır.

Bu aynı zamanda yerel ve küresel düzenin sağlanması için de gerekli olmuştur. Ahlaksızlığın toplumları kuşattığı dönemler, derin çatışma ve ayrışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Ne var ki, günümüzde ahlaksızlıktan çoğunlukla; karşı cinsteki insanların gayri meşru ilişkisi anlaşılmaktadır. Bu son derece güdük, küçük ve yetersiz bir yaklaşımdır. Ahlakın, bu dar alana hapsedilmesi aslında ahlak bunalımının da en büyük nedeni olsa gerek.

Oysaki yaşamın her anında ve alanında bir ahlaki kural ya da normun gözetimiyle, denetimiyle ve yönlendirmesiyle karşı karşıyayız. Ahlak toplumsal sisteme nizam veren en geniş ve fenomen kavramdır. Bu alan zenginliği, tarih boyunca ahlak konusunda anlamlandırma çeşitliliğini de beraberinde getirmiştir. Mesela Antik Çağ Yunan düşünürü Protagoras'a göre "insan her şeyin ölçüsüdür." Ona göre iyi ve kötü, doğru ve yanlış insandan insana değişirdi. Şüphesiz bundan dolayı ahlaki konularda da farklı yaklaşımlar vardı.  

Mandeville'ye göre insanın kendi çıkarı olmazsa, toplum yararına ve ahlaka uygun davranması söz konusu olamazdı. Her şey önce bireysel çıkara uygun olmalıydı. Aksi takdirde ahlaki bir kuralın olması da, ortaklığı da söz konusu değildi. Alman filozof Nietzsche ise daha ileri giderek, insanın doğal bir varlık olduğunu ve insanlar için ahlaki norm ve ölçüler koymanın saçma ve gereksiz olduğundan söz etmişti.

Sinoplu Diyojen'in değerlendirmesinde, ahlak ve erdem peşinde koşmak doğru değildi. Erdem tüm istek ve tutkulardan vazgeçerek ortaya çıkabilirdi. "Gölge etme başka ihsan istemem senden" yaklaşımı, mutlu olmak için hiç bir şeye aldırış etmeden yaşamanın formülü gibiydi.

Epiküros'un ahlak anlayışında, mutluluk "erdem" peşinde koşmakla değil, gündelik ve yalın kaygıların ötesinde sükûn ve huzurla temin edilirdi. Epikürizim ahlak öğretisinde iki temel ilke söz konusuydu: Ataraksia (ruh dinginliği) ve Apathos (ilgisizlik).

Sokrates'in öğretisinde ise, insanın temel amacının erdeme ulaşmak olduğu yer alırdı. Erdemin ancak bilgelikle mümkün olacağı dile gelmişti. Ahlakın bilgiyle ilişkilendirilmesi böyle başlamıştı. İlkçağ düşünürlerinden Epiktetos'un ahlak öğretisi de bilgiyle bağlantı kurmuş ve bilgiye sahip kişinin kimseyi kötülemeyeceği, kimseyi övmeyeceği, kimseden yakınmayacağı, kimseyi suçlamayacağı ifade edilmişti.

Peki, Türk-İslam düşüncesinde vazgeçilemez bir öneme sahip olan, her şeyin ölçüsü ahlak hakkında neler söylenmişti:

İbn Sina temel erdemler olarak; nefsin üç gücü olan şehvet, gazap ve akıl gücüne karşılık gelmek üzere sırasıyla; iffet, şecaat(yiğitlik) ve hikmeti öne sürmüştü. Bu erdemlerden her biri mükemmelliğe ulaşınca dördüncü erdem olan adalet erdemi ortaya çıkacaktı. Yani adaletin, toplumun tekâmülünde belireceği fikri burada kendisini göstermiştir. Demek ki, bugün adaletin tartışılması, toplumsal yapının hala belli bir olgunluk seviyesine ulaşamadığını kanıtlamaktadır. Bunun sebebini en başta dünle bugün arasındaki bağın zayıf olmasında aramak başlangıç olarak yerinde olacaktır.

İbn Rüşd iffetin, şehvet gücünün aklın kontrolüne girmesinden oluştuğunu kabul eder.  Ahlak, bu büyük âlimde daha çok şehvetin kontrol edilmesi çerçevesinden ele alınmıştır.

İbn Adi'ye göre, her türlü kötülüğün, hatta ahlaki vasıflardaki her türlü farklılığın kaynağı nefsin şehvet gücünün durumu ve onun diğer iki güç olan gazap ve akıl gücüyle olan ilişkisidir. Bu güç kontrol altına alındığı müddetçe fail iffetli, kontrol altına alınmadığında ise iffetsizdir. Bununla birlikte, gazap gücünden kaynaklanan dengesizliğin, faili kontrolsüz gazap, suçlama ve şiddete sürükleyerek ahlaki kargaşaya neden olabileceğini de ihmal etmez.

Bugüne geldiğimizde ahlak hakkında fikir ileri süren ve çağını aşmış olan değerli münevverlerimiz bulunmaktadır: Mesela bunlardan Ziya Gökalp, Erol Güngör ve Nurettin Topçu ilk aklıma gelenlerden.

Nurettin Topçu daha çok İslam toplumlarının sorunlarını tartışmış ve bu sorunların üzerinde düşünürken ahlakı bağımsız değişken yapmıştır. O'na göre,  İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumun sebebi; ne siyasi, ne iktisadi, ne ilmi, ne de fikriydi. Asıl sebep Kuran'ın özü olan ahlakın kaybedilmesiydi. Müslümanlar birtakım geleneksel hareketleri titizlikle yerine getirmekte, fakat düşünmekten kaçınmaktaydı. "Kuran harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür" diyen Topçu, bunun temel sebebini felsefenin İslam topraklarından kovulmasında görmüştü.

"Din bilgi kaynağı değil, kuvvet kaynağıydı. Dindar adam başkalarından çok şey bilen değil, daha çok kuvvetli olan insan" idi sadece. Nurettin Topçu Osmanlı'da, İbn Rüşdcü Hocazade ile Gazalici Molla Zeyrek arasında yapılan tartışmayı; felsefenin tutarsızlığını iddia eden Gazalici Molla Zeyrek'in kazanmasını, Müslüman yozlaşmasının miladı görmüştür. Ona göre, felsefesiz bir İslam'da; sorumluluk yerini vazifeye bıraktı; ruh dünyasının akil adamlarının yerini ise gözlerini kapayıp vazifelerini yapan görev adamları aldı.

Konunun önemine binaen devam edeceğim.

- - - - - - -