Değerli okuyucularım,Bildiğiniz gibi, sizlerle bu köşede baştan beri ekonomi konusundaki görüşlerimi paylaşıyorum. Ama bu defa canım ekonomi yazmak istemiyor. Çünkü bizim ve bizim gibi düşünenlerin yıllardır yaptığımız uyarıları dikkate almayanlar, ekonomiyle ilgili olanlar ve/veya olmayanlar, televole iktisatçıları, iyimserler ve kötümserler, kısacası herkes ekonomide yaşanan son olaylardan sonra ekonomi konusunda ahkâm kesmeye başladı. “At izinin it izine karıştığı” bu ortamda, 14 yıllık merkez bankası deneyimi olan, DPT Müsteşar Yardımcılığı yapmış ve halen iktisat doçenti olarak öğretim üyeliği yapan birisi olarak ben susma hakkımı kullanmak istiyorum. Dolayısıyla bu yazımda ekonomi dışında bir konuyu ele alacağım: Avrupa Birliği ve Kıbrıs sorununa ilişkin son gelişmeler…

Geçen hafta, 12 Haziran Pazartesi günü Lüksemburg’da yapılan AB toplantısı öncesinde Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün “havaalanında bekleyeceksem gitmem” açıklaması bu konudaki ilk gelişmeydi. Rum lideri Papadopulos’un veto tehdidi nedeniyle Gül böyle bir açıklama yapmıştı. Sonra Abdullah Gül toplantıya gitti ve sonucunda bir açıklama yapıldı.

Bilim ve Araştırma başlığına ilişkin AB Müzakere Pozisyon belgesinde, AB’nin 21 Eylül 2005 tarihinde Türkiye’nin Kıbrıs Deklarasyonuna karşı yayınladığı deklarasyona atıfta bulunularak, Türkiye’nin Ek Protokol ve Gümrük Birliği’ndeki taahhütlerini yerine getirmesi gerektiği ifade edildi. Böylece, Türkiye’nin müzakere süreci başlamış oldu. Ancak, gerekli görülürse bu konulara yeniden dönülebileceği de vurgulandı.

Bilim ve Araştırma başlığı en sorunsuz ve kolay aşılabilecek bir başlık olarak kabul ediliyordu. Siyasi konularla hiç alakası olmamasına rağmen, bu konuda bile Kıbrıs meselesi ve limanların açılması gündeme gelebiliyor. Hatta yeniden müzakere edilebileceği yolunda bir uyarı da yapılıyor. Kısacası, her başlık açılır ve kapanırken bu tür gelişmelerin yaşanması muhtemel görünüyor.

Bu gelişmeler malum medyada her zamanki üslupla sorun çözülmüş ve sanki bir zafer kazanılmış gibi takdim edilince biz de konu böyle kapatılacak zannetmiştik. Ama birden Başbakan Erdoğan’ın Cuma günkü açıklaması gündeme geldi ve bunun üzerine medyada “restleşme” haberleri yer aldı. Biz açıkçası kimin kime rest çektiğini anlayamadık! (Sizlerin, “tabii anlamazsın, bunlar ekonomi konusu değil dediğinizi duyar gibi oluyorum. Onun için hemen söyleyeyim, Merkez Bankası’nda Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü’nde uzun süre çalıştım, DPT’de çalışırken AB Genel Müdürlüğü bana bağlıydı, AB uzmanlık sertifikasına sahibim ve AB konusunda master dersi verdim. Ama itiraf edeyim yine de anlayamadım!). İsterseniz beraber düşünelim!

Kim Ne Dedi?

Önce AB yetkililerinin dediğine bakalım. Kısaca, AB yetkilileri diyor ki; “Türkiye en geç ekim ayına kadar Güney Kıbrıs’a ait gemi ve uçaklara deniz ve hava limanlarından yararlandırmalıdır.”

Bu arada, Lüksemburg Başbakanı Jean Claude Junker’in “Kıbrıs’a limanları açmazsa Türkiye ile üyelik müzakereleri durdurulsun” şeklindeki talebi uluslararası basında da yer aldı. Başbakan Erdoğan ise, aradan birkaç gün sonra (her ne hikmetse!?) AB ile yaşanan sürece ilişkin olarak hükümetin eleştirildiğini ifade ederek muhalefete çattı ve sonra şöyle devam etti: “Biz herkese bu noktada şunu söyledik; ‘KKTC’ye karşı uygulanan izolasyonlar kalkmadığı sürece bizden ne Ek Protokol  ne de limanlar konusunda bir şey beklemeyin.’ …Kıbrıs konusunda gelinen noktada izolasyonlar kalkmadıkça asla havalimanları ve limanlarda bir adım atılmayacak, ek protokol konusunda da aynı şekilde. Kıbrıs’ta AB adım atmadıkça biz de atmayız, müzakereler durursa durur.” 

Şimdi yorum yapmadan önce AB tarafından gelen tepkilere bir göz atalım. Erdoğan’ın açıklaması üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Chirac “Türkiye Kıbrıs konusunda adım atmazsa üyelik süreci riske girer” diyerek tepki gösterdi. AB dönem başkanı Avusturya’nın Başbakanı Schlüssel ise, “Erdoğan’ın açıklamalarını görmedim, toplantıdaydık. Ancak, bunlar doğruysa problem olacak. AB’nin Kıbrıs konusunda beklentileri açıktır: Türkiye’nin yılsonuna kadar limanları açması gerekiyor. AB yılsonunda değerlendirmesini yapacak, şu anda bir şey söylemek istemiyorum.”

Kim Kime Rest Çekmiş?

Şimdi yukarıdaki satırlara bakınca, sizlere soruyorum: Kim kime rest çekmiş? Ayrıca, kim kimin restini görürse sonuç ne olur? Daha önce bu konuda attığı imzayı unutmuş gibi görünen Başbakan Erdoğan diyor ki; “izolasyonlar kalkmazsa limanları açmayız!” Hani Annan Planı’na evet denirse sorun çözülecekti!  Erdoğan’ın sözlerini tersinden okursak, izolasyonlar kalkarsa limanları açarız anlamına geliyor. Sanki yeni bir kırmızı çizgi koyuyormuş gibi yapıyor, ama aslında kırmızı çizgiyi kaldırıyor (Irak’taki kırmızı çizgilerin nasıl yok edildiğini hatırlayın!). Çünkü, Türkiye’nin temel politikası, iki toplumlu, iki meclisli, iki devletli, kısacası iki eşit kesimli bir politikaydı ve Türkiye’nin garantörlüğünü içeriyordu. Rum kesimine limanları da açınca elimizde hiçbir şey kalmayacak. Türk askeri Kıbrıs’tan çıkarılacak, sonuçta Kıbrıs Rumların kontrolünde tek devlet olacak ve Türkler ise azınlık olacak! Yani “verip kurtulacağız!” ve Kıbrıs meselesini böylece çözmüş olacağız.

Aslında bu defterin çoktan kapandığını BM Genel Sekreteri Kofi Annan çok güzel ifade etmiş: “Kıbrıs’ta süreç Rum kesiminin şimdi AB’nin bir üyesi olduğu ve Türkiye’nin AB’ye girmeye çalıştığı gerçeğiyle daha da zorlaştı.” Daha açıkçası aslında bu iş Rum kesimi AB’ye üye olunca çıkmaza girmişti diyor!

Neyse, bu iş Erdoğan’ın yaptığı gibi rest çekmiş gibi yapmakla olmuyor. Karşılığında onlar da rest çekiyor. Başbakan Erdoğan’ın sadece vatandaşa, esnafa, çiftçilere çektiği rest karşılıksız kalıyor. Vatandaş’tan karşılık gelince de sinirlenip “ananı da al da git” diyor. Ancak, iş dışarıya gelince başbakan alttan alıyor ve söylediklerini hemen yumuşatıyor. Erdoğan’ın daha önceki restleri bize pahalıya mal olmuştu. Zina ile ilgili söylediğinden hemen caymıştı! Filistin konusunda söylediklerini ancak İsrail’e gidip özür dileyerek (ve bu arada önemli miktarda ihale vererek!) inkâr etmiş ve “kuzu kuzu” söylenilenleri yapmış, sonra da ABD’den ziyaret izni alabilmişti.

Erdoğan’ın Milliyetçi Söylemlerinin Nedeni: Erken Seçim?

Peki, başbakan Erdoğan niçin böyle davranıyor. Sadece sinirli ve yorgun olduğu için aşırı tepki mi gösteriyor? Hayır, Erdoğan’ın söylediklerinin kendince mantıklı bir nedeni var. Yaptırmış olduğu anketlerde sürekli MHP’nin oylarını artırdığını gördükçe yeni söylemlere ihtiyaç duyuyor. Her ne kadar inkâr etmeye devam etse de, Başbakan artık erken seçimi ciddi ciddi düşünmeye başladı galiba! Bu sadece bizim ve içerdeki bazı yazarların değil, yurtdışındakilerin de ifade ettiği bir görüş. ABD’nin önemli gazetelerinden Washington Post da benzer yorumda bulunmuş. Başbakan’ın çıkışının nedenini Türkiye’de milliyetçiliğin yükselmesine ve kendi popülaritesinin azalmasına bağlayan gazete, Erdoğan’ın siyasi kaygılarla hareket ettiğini yazıyor.

Hükümetin son dönemdeki icraatlarına ve Başbakan Erdoğan’ın çıkışlarına ve gerilim politikasına tırmandırmasına bakılırsa erken seçim muhtemel görünüyor. Erdoğan’ın ABD’den istediği randevu sonbahara, hatta yılsonuna ertelenirken, Abdullah Gül Temmuz ayının ikinci haftasında ABD’ye davet ediliyor. Bu da Erdoğan’ın tansiyonunu yükselten bir gelişme. Haftaya Antalya’da milletvekilleriyle yapacağı toplantının ardından Başbakan’ın erken seçim kararı alması artık sürpriz değil normal sayılmaya başlandı.

Eğer seçim gecikirse ve Cumhurbaşkanlığı seçimi de bu meclis tarafından yapılırsa Başbakan’ın çektiği restin faturası da ağır olur. Daha şimdiden karşı restler gelmeye başladı. Başbakan da “dik dururuz ama dikleşmeyiz” dediğine göre, hafiften yumuşa(t)maya başladı bile…

Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler!