Son zamanlarda iç ve dış politikada ki gelişmeler sonucu toplumda büyük destek gördüğü söylenen ‘Türk Milliyetçiliği’ gerek siyasi arenada, gerekse akademik düzlemde pek çok tartışmaların önemli bir sahnesi olmuş ve Milliyetçiliği karalama kampanyaları büyük bir hızla artmıştır.

            Ancak Türk Milliyetçiliğine karşı mesnetsiz suçlamalarla onu yıkmaya, parçalamaya çalışan bu çevreler amaçlarına ulaşmakta muvaffak olamamışlardır. Bunun için tartışmayı başka bir boyuta getirmeye çalışarak Türk milliyetçiliğinin ırka dayanan, dışlamacı, "onlar"dan varlığını sürdüren bir milliyetçilik olduğunu iddia ederek Türk Milliyetçiliğinin imkânsızlığını ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bununla beraber toplumsal gelişmelere dayanarak milliyetçiliğin bir "hastalık" olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar. Bu yazının amacı öncelikle bu düşüncelere sahip olan yazarların yanlışlarını vurgulama ve daha sonra Milliyetçilik ve Türk Milliyetçiliğinin mahiyeti üzerine birkaç kelam etmektir.

            Milliyetçiliğin 16. yy. ile başlayan bir sürecin ürünü olarak gören bu zihniyet pek çok bakımdan büyük eksiklikleri ile dikkat çekmektedir. Bu zihniyetin öncelikle millet ve milliyetçiliğin gelişimi üzerine fikirlerini değerlendirelim. Buna göre Milliyetçilik kapitalist üretim biçiminin bir yansıması olarak Batı Avrupa'da gelişen bir olgudur. Tabii ki bu olgu, bir sürecin neticesinde oluşmuştur. Avrupa'da doğan ve gelişen kapitalizmin neticesinde kral ile burjuvazi arasında bir işbirliği gelişmiştir. Karşılıklı bağımlılık ile gelişen bu işbirliğinin temelinde kralın gücünü arttırma arzusu ve burjuvazinin de pazarı koruma ve ilerleyen süreçte geniş pazarlar elde etme amacı vardır. Nitekim burjuvazide ki para ile kralda ki ordular birer araçtı. Bu işbirliği ile merkezi devlet gelişmişti ve bu devlet içerisindeki asayiş ve tek hukukluluk ile gelişen ticaret ortak ekonomik pazarı ortaya çıkarmıştı. Ortak ekonomik Pazar ile ortak bir dil de gerekli olmuştu. Ortak dil ile de ortak duygular ve kültür ve 16. yy. ile de millet ortaya çıkmıştır. Bu sürecin son aşamasında da 18. yy.da milliyetçilik ortaya çıkmıştı. Ulus devletin ortay çıkması da bu sürecin bir parçasıdır. Batı Avrupa'da Ulus-devletin oluşumunda M. Ali KILIÇBAY yurtseverliği öne çıkararak ‘vatan' kavramına büyük önem vermiştir. Peki, burada vatan nedir? Buna göre vatan pazardır ve bu haliyle kapitalizmin toplum ve devlet katında önemli bir noktaya gelmesiyle ortaya çıkmıştır.

            Milliyetçilik öncesi millet oluşumunda iki yöntem olduğu iddia edilmektedir. Birincisi kan temelli, ikincisi toprak temelli yöntemdir. Kan temelli yönteme göre diğer etnik grupların asimile olması beklenmez ve bu gruplar tecrit edilir. Bu yöntemin temel araçları olarak da zorunlu göç ve nüfus mübadelesi şeklindeki toplumsal hareketler gösterilmektedir. Diğer yandan toprak temelli yöntemde ise millet toprağın bizatihi kendisine gönderme yapılarak oluşturulur, "vatan" içerisindeki bütün etnik grupları kapsayıcı bir yöntemdir. Kan temelli yöntem Orta Avrupa'da millet oluşturma çabalarının yöntemiyken, toprak temelli yöntem ‘Batı Avrupa'daki sürecin yöntemidir. Bu ayrım Sayın KILIÇBAY'ın aynı yazısında verdiği bir araştırma sonuçlarını değerlendirilirken ortaya çıkmaktadır. KILIÇBAY yazısında Amerikan Living International Dergisi'nin yaptığı bir araştırmanın sonuçlarında, Dünyanın yaşanılabilecek en iyi ülkelerinin sıralamasında en başta Fransa'nın olduğunu ve yine listenin üst sıralarında Hollanda, ABD, Danimarka gibi ülkelerin var olduğunu belirtmiştir. Bu liste sonrası yorumunda ise Fransa ve ABD'nin millet oluşum sürecinde ‘toprak temelli yöntemi' esas aldıklarını belirterek bu özelliğin onların listenin üst sıralarında yer bulmalarında etken olduğuna dikkat çekmiştir. Oysa son birkaç yıldaki gelişmelere bakılarak özellikle Kıta Avrupası'ndaki devletlerin kendilerini daha çok etnik ve dini kimlikleriyle tanımlamaya başladıklarını ve buna dayalı olarak da toplumsal şiddet arttığı görülmektedir. Dolayısıyla millet oluşturma sürecinde bir de ‘din temelli yöntem' bu iki yönteme yardımcı olarak ortaya çıkmıştır. Yani yukarıdaki ikili ayrım tam olarak yeterli olmamaktadır. Bu durum KILIÇBAY'ın makalesindeki Batının 16. yy.'da milleti oluşturduğu iddiasının da yanlışlığını ortaya koymaktadır. Evet, Batıda millet oluşum sürecinin temelleri 16. yy.'da hatta 12. yy.'da atılmaya başlamıştır. Ancak bu sürecin tamamlanması 20. yy.'ı bulmuştur. Bununla beraber Batının da içinde farklı modeller ve farklı gelişim çizgileri vardır. Fransa ve İngiltere, İtalya ve Almanya, Doğu Avrupa halkları arasında farklı millet oluşum süreçleri vardır. Bu farklılık milliyetçiliğin uygulanmasında da farklılıklar göstermiştir. Öyle ki Batı Avrupa'da ulus pazarın içinde doğmuştur ve milliyetçilik pazarı koruma ve daha sonra emperyalizm ile genişletme amacını taşımıştır. Oysa Orta ve Doğu Avrupa'da milliyetçilik ulusun olmadığı bir ortamda ulusal birliği sağlayarak merkezi bir devletin kurulmasını amaçlamıştır. Özellikle Doğu Avrupa'daki milliyetçilik diyalektiğin bir sonucu olarak emperyalizme karşı ortaya çıkmıştır.

            Milliyetçiliği kapitalist üretim biçiminin bir sonucu olarak ve "vatan" sınırları içerisinde değerlendiren bu görüşe göre milliyetçiliğin üç yansıması vardır. Birincisi insanın üyesi olduğu ulusa karşı güçlü bağlılık duymasını ifade eden bir ‘duygu olarak milliyetçilik'tir. İkincisi "Milliyetçiliği ırk öğesine dayandıran siyasal partiler vardır." cümlesinde olduğu gibi ‘bir ideoloji olarak milliyetçilik'tir. Son olarak duygunun ideolojiyi harekete geçirmesi ile ortaya çıkan ‘bir toplumsal hareket olarak milliyetçilik'tir. Bütün bunlardaki ortak nokta milletin merkezde olmasıdır. Buna göre bir toplumsal hareketin odak noktasında aile, kabile, sınıf, zümre vb. belirlenmişse o hareketin bir milliyetçi hareket olduğunu söylemek güçtür.

            Sayın KILIÇBAY aynı yazısında modern ulusu tanımlarken vatan adını taşıyan toprak üzerinde yaşayan insanları bu tanımın içerisine almıştır. Bu tanımdan birkaç sonuç çıkarmak mümkündür. Öncelikle yukarıdaki "vatan" tanımından hareketle modern ulusun ve "modern"in kapitalizm ile başladığı çıkarılabilir. Peki, tanımdan modern öncesi ya da kapitalizm öncesi toplumları nasıl tanımlayacağız. Yine kapitalizm ile başlayan Batı milliyetçiliği ırkçılığa ve faşizme giden bir sürecin de yolunu açmıştır. Dolayısıyla ırkçılık tamamen Batı değer ve yargılarını yansıtan bir kavramdır.

            Yine Sayın KILIÇBAY'ın makalesinden devam edelim. KILIÇBAY milleti yukarıda anlatılan süreçle tanımlayarak ‘ulus öncesi toplulukları bir arada tutanın kandaşlık ve soy bağı' olduğunu iddia etmiştir. Bu durumda milliyetçilik de bu topluluklarda görülmesi imkânsız bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak Milattan 4 bin yıl önce Irak'ın kuzeyine yerleşmiş Turanî kavimlerden Sümerler ile onlardan bin yıl sonra Irak'ın güneyine yerleşmiş Samî kavimlerden Akadların savaşını nasıl açıklayacağız? Bu iki kavim iktisadi çıkarlarını düşünselerdi birbirleriyle savaşmamaları gerekirdi çünkü kendilerine yetecek kadar geniş toprakları vardı. Yine Homeros'un İlyada'sında İran'ın Ege kıyılarındaki Yunan kasabalarını ele geçirmesinin Yunan dünyasında büyük yankılar uyandırmasını nasıl açıklayacağız? Milliyetçiliği 18. yy.la başlatırsak MÖ. 36'da Çiçi Yabgu'yu nasıl anlayacağız? Çiçi'nin yakın görülen Çin istilasına karşı söylediklerine bir bakalım: "Boyun eğmeyeceğiz. Zira öteden beri ‘biz Hunlar' kuvveti takdir ederiz. Tabi olmayı hâkim görürüz. Savaşçı süvari hayatımız sayesinde adı yabancıları titreten millet olduk. Bütün düşmanlarımız bizim savaşta ölmeyi bildiğimizi öğrenmişlerdir. Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacaktır. Yalnız bu şöhret çocuklarımızı ve torunlarımızı diğer kavimlerin efendisi kılacaktır." Peki, Türk hakanı Şe-tu'nun Çin'e gönderdiği mektubu nasıl okuyacağız? "Şimdi oğlum sarayınıza isbat-ı vücut edecek ve her yıl haraç olarak ilahi soydan gelen atlar takdim edilecektir. Her gün sabahtan akşama kadar sizin emrinizden başka bir şey dinlemeyeceğim. Fakat elbiselerimizin önünü açmağa, omuzlarımızda dalgalanan saç örgülerimizi çözmeğe, dilimizi değiştirmeğe ve sizin kanunlarınızı kabul etmeye gelince bizim adetlerimiz o kadar eskidir ki ben şimdiye kadar bunları değiştirmeğe cesaret edemedim. Zira bütün milletimizin hassasiyeti bir kalp gibi çarpıyor."

            Sayın KILIÇBAY aynı makalesinde Asya'daki Türk halklarına ‘akrabamız' denmesine karşı çıkıyor. Bu halde Ermenilere, Rumlara, Almanlara, Ruslara vs. de akraba dememiz gerektiğini dile getirmiştir. Bu ifadeyi çok talihsiz bir ifade olarak görüyoruz. Sayın KILIÇBAY Türk milliyetçiliğini Avrupa'daki milliyetçilik gibi ırkçılık çizgisinde değerlendirme hatasına düşmüştür. Oysa Türk milliyetçiliği antropolojik ırkçılığı reddederek kültür milliyetçiliği temelindedir.

            KILIÇBAY'ın bu makalesindeki en büyük talihsizlik ise Türk milletinin tarihini 1923 ile başlatmasıdır. Bununla KILIÇBAY dönemin moda kavramı olan ‘Türkiyelilik'i Türklük ile açıklamaya çalışmıştır. Batı gözlüğünden bakarak milleti ve milliyetçiliği açıklamaya çalışan bu görüşe göre Türkiye gibi ‘az gelişmiş ülke'lerde Milliyetçilik emperyalizmin diyalektik bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve öncelikli amaç bağımsızlığı kazanmaktır. Yani önce devlet kurulacaktır. Daha sonra da milletin oluşum süreci başlayacaktır. Fakat gerek KILIÇBAY'ın gerekse bu görüşe sahip diğer yazarlarımızın yanıldığı en temel nokta Batı ile Doğu arasındaki farklılığın farkında olamamalarıdır. Buna göre Doğu'da millet Batıdakinden farklı bir süreç ile çok daha önce oluşmuştur. Aidiyet duygusunun temel olduğu millet kavramı daha 6.-7. yy.lardaki eserlerde kendisini göstermiştir. Yine ırk ve millet ayrımı da bu tarihlere kadar gitmektedir. Nitekim Orhun Abidelerinde "Yirmi yaşında iken Basmil mukaddes ismini taşıyan millet benim ırkımdandır." ifadesi millet ve ırk ayrımının en eski belgelerindendir. Tarih ile yaşıt Türk milletinin tarihini 1923 ile başlatarak Türkiye coğrafyası ile sınırlamak ancak talihsizlik ile açıklanabilir.

            KILIÇBAY yazısında yaptığı bir alıntıda Osmanlı coğrafyasında yaşayan bazı etnik gruplara dair sözleri almıştır. Osmanlı'da bu gruplara verilen değeri göz ardı eden bu zihniyet yine büyük bir bilgisizlik neticesinde yanlış değerlendirmeler öne sürmüştür. Osmanlı hâkimiyetinde Ermeni, Rum ve Çerkezlerin Osmanlı siyasi hayatında ne kadar önem verilerek üst kademelere çıkarıldıklarını reddeden bu tür bir bakış tarihe ihanet olacaktır.

            KILIÇBAY'ın aynı makalesinden alıntılar yapmaya devam edelim. Sayın KILIÇBAY kadın-erkek eşitliği ile milliyetçilik arasında bir bağ kurmaya çalışmış. Açıkçası bu tür bir bağı anlamlandıramadığımız için sadece talihsizlik ile açıklamak zorundayız. Ancak, Fransız yazar H. Markus'un toplumun dışlanmışlarının, ezilmişlerin devrimi yapacağını iddia etmiştir. Bu bakış açısı ile toplumu değerlendirmeye çalışan KILIÇBAY toplumun ezilmişleri olarak kadınların devrimde öncülerden olacağını vurguluyor mu acaba? Oysa tarih bize göstermiştir ki kadınlar Türk toplum ve siyasi hayatında önemli bir mevkiye sahip olmuşlardır. Kaldı ki İslam'ın kadına verdiği önemi de Batıdan bir bakış ile göz ardı eden bu zihniyetin düştüğü yanlış işte budur.

            Netice olarak ne milleti ne de milliyetçiliği Batı tanımlamaları ve değerleri içerisinde tarihin belli bir döneminde başlatıp yine tarihin belli bir döneminde sona ereceğini ifade etmek Doğuyu reddetmenin yanında tarihin bizatihi kendisine ihanetten başka bir şey değildir. Özellikle Türk milleti ve Türk milliyetçiliği için tamamen yabancı Batı kavramları ile değerlendirme çalışmalarına girişmek bugünkü süreçleri doğru şekilde analiz etmeyi güçleştirir. Kavramları tarihsel süreçleri içerisindeki gelişimini doğru şekilde öğrenmek ve değerlendirmek gerekir. Çünkü günümüz dünyasında toplumları, insanları harekete geçiren kavramlar günümüz siyaset ve dolayısıyla ekonomi yaşamının vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu sebeple kavramları iyi öğrenmek ve buna göre uygulamak gerekir.     

Hilmi Kocaağa

*******

Sizde bu bölümde yazmak isterseniz sitemizin ilkelerine ters düşmeyen yazılarınızı  [email protected] mail adresine gönderin sizin adınızla yayınlayalım.

- - - - -