Ülkemizin iç ve dış siyasi gündemi; sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmelerin yanı sıra Cumhur İttifakı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile Milliyetçi Hareket Partisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki faaliyetleriyle ilgili istişarede bulunmak üzere bir araya geldiklerini belirten Özdemir, toplantının çalışma azmi ile 2023 yılında gerçekleşecek olan seçimlerdeki mutlak zafere katkı sağlamasını murat ettiklerini söyledi.

Özdemir, "Milliyetçi Hareket Partisi, AK Parti ile birlikte vatan derdinde, Cumhur İttifakı olarak Türkiye safındadır." ifadelerini kullanırken "Zillet karanlıktır, Cumhur İttifakı ise milletin aydınlık geleceğidir." dedi.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Kayseri Milletvekili İsmail Özdemir,'in konuşması şu şekilde,

"Sayın Genel Başkanımızın talimatlarıyla Teşkilat İşleri Başkanlığımızın ülkemizde 9 ayrı bölgede tertip ettiği Bölgesel İstişare Toplantımızı gerçekleştirmek üzere bugün Türklüğün asil diyarı ve Rahmetli Başbuğumuzun Ata toprakları olan Kayseri’de sizlerle bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Adana, Mersin, Hatay, Osmaniye, Kahramanmaraş, Niğde ve Kayseri illerimizle bugün beraberiz.

Böylesi bir günde bizleri bir araya getiren yüce Rabbimize hamd ediyorum.

Sizleri en kalbi duygularımla; sevgi, saygı ve muhabbetlerimle selamlıyor, hepinize hoş geldiniz diyorum.

Bugün burada ülkemizin iç ve dış siyasi gündemi; sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmelerin yanı sıra Cumhur İttifakı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile partimizin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki faaliyetleriyle ilgili istişarede bulunmak üzere bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Bu kapsamda toplantımızın verimli geçmesini ve hayırlara vesile olmasını Cenabı Allah’tan niyaz ediyorum.

Milliyetçi Hareket’in giderek daha fazla yükselen başarı ve mücadelesine katkı sağlamasını, Türkiye’nin muhatap kaldığı her türlü zorluk, meydan okuma, tuzak, ihanet ve hasmane tutumlara karşı yine aziz milletimizin cesaret, basiret, fedakârlık ve kararlılığını yansıtan Cumhur İttifakı’nın çalışma azmi ile 2023 yılında gerçekleşecek olan seçimlerdeki inşallah mutlak zaferine katkı sağlamasını murat ediyoruz.

Cumhuriyetimizin 100. Yıldönümüne sayılı zaman kala ülkemize, milletimize, davamıza ve ülkülerimize sahip çıkma iradesi göstererek bu salonu şereflendiren tüm dava arkadaşlarımıza şükranlarımı sunuyorum.

Nasıl ki 100 yıl önce Cumhuriyetin kuruluşunda, kurucu iradenin beslendiği fikir ve kararlılığının sahibi Türk Milliyetçileri olmuşsa, Cumhuriyetimizin 100. Yılına girerken, üçüncü dönem olarak adlandırdığımız milletimizin geleceği için hayati öneme sahip böylesi bir dönemde de ülkemizin karşı karşıya kaldığı tehdit ve tehlikelerin aşılması, siyasi tıkanıklık ve belirsizliğin ortadan kaldırılması, istikrarımızın muhafazası, milli kazanımların korunması ve daha da fazla arttırılması maksadıyla sergilenen gayretlerde Türk Milliyetçileri, Liderimiz Devlet Bahçeli’nin izinde yeni bir sorumluluk örneği sergilemektedir.

Dün ve bugün arasındaki bağın ne olduğunun farkına varmak, tarih ile coğrafyanın karşımıza hangi şartları sunduğunun idrakinde olmak ve milletimizi nereye götüreceğimizi, hangi seviyeye çıkaracağımızı, ne gibi tehdit ve tehlikelerle yüzleşmek durumunda kalacağımızı, Türklüğün bekası için neyi göze alıp neleri başarmak zorunda olduğumuzu çok iyi biliyoruz.

İçerisinde bulunduğumuz çağın hangi risk ve fırsatları taşıdığının farkındayız.

Demokratik kazanımlarımızın ehemmiyetini, potansiyelimizi daha da ileri taşıma konusunda sahip olduğumuz sorumluluğumuzu çok iyi anlıyoruz.

Biz Milliyetçi Ülkücü Hareketiz.

Biz Türklüğün var olduğu günden beri varız; hak ve batılın mücadelesinde daima Allah ve resulünün hizmetinde yer almış, kendisini bu kutlu yola adamış erdemli kadrolarız.

Başkaları dünü değerlendirebilir, sadece bugünün meseleleriyle ve kendi siyasi ikbali çerçevesinde yaklaşımlar sergileyebilir.

Milliyetçi Hareket Partisi ise bunlardan daha öte, “önce ülkem ve milletim” diyebilen bir anlayışla Türkiye’nin gelecek yüzyıllarını düşünme ve şimdiden planlama sorumluluğuna sahiptir.

Bu yüzden kaygımız ve mücadelemiz dönemsel değil, insanlığın ve dünyanın seyrinin her an farkında olarak yarınların güçlü ve mazluma sahip çıkıp zalime aman vermeyen, dahası mağlup edilemez bir gücü hayata geçirebilmek için tarih ötesine uzanan bir anlayışa haizdir.

Türkiye şimdiye kadar çok ağır sınamalardan geçti.

Bütün bu sınamalar, görünürde siyasi alandaki hesaplaşma olarak sunulmaya gayret edilse de özünde bin yıldan beridir bu topraklarda yaşama irademizin kırılmasına ve mevcudiyetimizin sonlandırılmasına odaklanmıştı.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ya da diğer adıyla Türk Tipi Başkanlık sistemine geçmemizi zaruri kılarak, iç ve dış tehdit odaklarıyla amansız bir mücadele içerisine girmemizin asıl gayesi, Türkiye’nin milli birlik ve bütünlüğünü korumaktır.

Ülkemizin potansiyelini geliştirmek, her koşul ve şart altında daha saygın bir ülke seviyesine eriştirebilmektir.

Aziz milletimizin bağımsızlığını muhafaza ederek, daha aydınlık yarınlara ulaşmasını sağlamaktır.

Ve elbette Türkiye’yi küresel rekabette söz dinleyen değil, sözünü geçiren, dünyanın her yerinde varlık gösteren, gelişmelere anında müdahale etme kudret ve imkânına sahip olan bir ülke yapabilmektir.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin fiilen uygulanmaya başladığı 9 Temmuz 2018 tarihinden bu yana da yapılan, işte bu olmuştur.

Türkiye yıllardan beri süregelen siyasi belirsizlik ikliminden kurtulmuş, yönetimde istikrar tesis edilmiştir.

Artık Türk siyasetinin suni gündemlerle oyalanması söz konusu olmamakla birlikte, krizlerle ülkemizin ikide bir seçimlere giderek zaman ve imkân kaybetmesinin önüne geçilmiştir.

Hızlı karar alabilen bir yönetim anlayışla, Türkiye çok boyutlu risk sarmalından çıkmayı başarmıştır.

15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan ve dış destekli olduğu her yönüyle ortaya çıkan FETÖ terör örgütü vasıtasıyla açığa çıkan büyük kırılma, siyasi istikrarın ne derecede önemli bir mesele olduğunu her yönüyle ortaya koymuştur.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin tüm kurum ve kurallarıyla inşası süreci ise halen devam etmektedir.

Bu kapsamda önümüzdeki yasama döneminde mecliste yapılacak olan yeni anayasa çalışmalarının çok büyük önemi vardır.

Öncelikle ülkemizin artık darbe döneminden kalma ve tabir yerindeyse yamalıklı bohça haline dönen anayasayı, sivil iradenin onayıyla yenilemesi büyük öneme sahiptir.

Bu durum Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin başarısına güç verecek, Türkiye’nin istikrarına katkı sunacak, demokrasimizin gelişimine olanak tanıyacak ve milletimizin 21.yüzyılda ihtiyacı olan demokratik gerekliliklerinin karşılanmasını sağlayacaktır.

Toplumsal uzlaşının simgesi olan anayasamızın Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile temsil oranında yüzde 98’i bulan geniş ve katılımcı bir yeterliliğe sahip şimdiki meclis şartlarında hayata geçebileceği açıktır.

Temennimiz yeni ve sivil anayasaya olan ihtiyacımızın her kesim tarafından kabul görmesi ve sorumluluk anlayışıyla hareket edilmesidir.

Milliyetçi Hareket Partisi, yeni anayasa yapımı konusundaki çalışmalarını tamamlamıştır.

Sayın Genel Başkanımız, Cumhuriyetimizin 100. Yılında 100 maddeden oluşan yeni anayasa çalışmamızı milletimize paylaşmışlardır.

Müteakiben Cumhur İttifakı bünyesinde müşterek çalışmalar başlamış ve halen de devam etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak, tek dil esasına dayalı milli ve üniter bir devlettir.

Yeni anayasa, bu vesileyle tekrarladığımız milli ve tarihsel haklarımızı muhafaza edecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi yeni bir anayasa yazımı konusunda Cumhur İttifakı’nın birleştirici ve kucaklayıcı şuuruyla hareket etmekte, üstüne düşen demokratik görevleri çekinmeden yerine getirmeyi sürdürmektedir.

Tüm dünyayı etkisi altına alan Kovid-19 salgınına karşı başarıyla mücadele edilmesinde dahi Türk Tipi Başkanlık Sistemi ülkemizin elini güçlü kılan en önemli dayanak noktası olmuştur.

Pek çok ülkede salgın sebebiyle sağlık sistemi, bürokrasi ve yönetim aksarken, hatta bu sebeple ciddi insani krizler vasat bulmuşken, ülkemiz bizzat Dünya Sağlık Örgütü tarafından salgınla mücadeledeki başarıda örnek ülkeler arasında gösterilmiştir.

Yine salgınla beraber küresel ölçekte gözlemlenen ekonomik daralma tehdidine karşı devletimizin geliştirdiği hızlı tedbirler sayesinde ülkemiz en yüksek ivmeyle toparlanma ve iyileşme sürecine giren ekonomiler arasında ilk sırada yer almıştır.

Salgın sonrası yeni koşullara göre kurulacağı ifade edilen yeni dünya düzeninde Türkiye kendisine önemli bir alan kazanmayı başarmış, pek çok ülke halen toparlanmayı beklerken Türkiye ekonomik anlamda ciddi kazanımlar elde etmiştir.

Gelinen aşamada aşılamanın artmasıyla beraber ülkemizde hayatın normalleşmesi girişimleri hız kazanmış, ticaret, turizm, tarım ve sanayi canlanmıştır.

Türkiye ekonomisi, 2021'in ikinci çeyreğinde yüzde 21,7 büyüme kaydederken Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri arasında ikinci sırada yer almıştır.

Yine içerisinde bulunduğumuz yılın ilk 7 ayında istihdamdaki artış 1,7 milyon kişiye ulaşmıştır.

Bu başarının temelinde istikrarı esas alan ve Cumhuriyetimizin üçüncü evresine geçişin adı olan Türk Tipi Başkanlık Sistemi yatmaktadır.

Bununla birlikte yeni hükümet etme sistemimizin, terörle mücadele başta olmak üzere dış politikada da önemli kazanımlar sağladığı açıktır.

Suriye ve Irak’tan kaynaklanan terör meselesini kaynağında kurutmak üzere başlatılan askeri ve siyasi çabalar başarıyla sürmektedir.

Böylelikle sınırlarımızın ötesinden ülkemize yönelen terör tehdidi kaynağında bertaraf edilmeye başlanmış, milli bekamıza katkı sağlanmış, düzensiz göçlerin ülkemize yönelişini engelleme konusunda da önemli bir kazanım elde edilmiştir.

Ülkemiz, uluslararası alanda askeri ve siyasi olarak tarihin ve olayların gidişatını etkileme kudretine sahip olduğunu ispat etmiş, aynı alanlardaki imkân ve kabiliyetimizin ulaştığı yüksek seviye, her çevre nazarında açıkça görülmüştür.

Bu gelişmelerin akabinde neredeyse tüm dünyanın gözünü diktiği Doğu Akdeniz bölgesinde Türkiye’nin tezleri ağırlık kazanmış, bilhassa Libya ile varılan deniz yetki alanları mutabakat muhtırası ile egemenlik haklarımız garanti altına alındığı gibi bölgede aleyhimize oluşturulmaya çalışılan koşullar, lehimize çevrilmiştir.

Doğu Akdeniz’de Rum-Yunan ikilisinin giriştiği haksız yaklaşımlara dur denilmiş, Türkiye’yi dışlayan siyasi ve ekonomik gelişmelerin vasat bulamayacağı gösterilmiştir. 

Böylesi bir gündem içerisinde ülkemizin Mısır ile ilişkileri yeniden normalleştirmek için izlediği yol, bölgede lehimize dönen koşulların bir sonucu olduğu kadar, iki ülke arasında ortak menfaatler çerçevesinde oluşturulan makul ve müspet iklimin doğmasına yol açmıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak temennimiz tarihi bağa sahip olduğumuz Mısır’la ilişiklerimizin düzelmesi ve eskisinden daha sağlıklı bir düzlemde ilerleyebilmesidir.

Elbette Doğu Akdeniz’de bunlar olurken, Kıbrıs meselesi de bu yaşananlardan nasibini almıştır.

Şimdiye kadar adada zulme hatta soykırıma uğrayan Türklere karşı takınılan ikircikli tutumun devam etmesi söz konusu olamayacaktır.

Rum tarafının tüm şımarıklığı, Kıbrıs Türklüğünün hak ve hukukunu gasp eden anlayışı karşısında adayla alakalı çözüm mekanizmalarında sergilenen uluslararası yaklaşımların geçerliliği kalmamıştır.

Kıbrıs Türklüğünün kendi devletiyle geleceğe ilerleme iradesi, gelinen aşamada egemen eşitlik temelindeki iki devletli modeli doğurmuştur.

Kıbrıs’ın geleceğinde bize göre bundan başka da bir çıkış yolu yoktur.

Aksi yönde atılan, bilhassa hiçbir hakkı ve haddi olmadığı halde adaya karışma yolları arayan AB’nin tutumunun sürdürülebilir bir yanı da kalmamıştır.

Kıbrıs Türklüğü adada var olduğu günden beri asla devletsiz kalmamıştır, bundan sonra da kalmayacaktır.

Kendi devletiyle hür bir şekilde yaşama iradesi, Kıbrıs Türklüğünün kaderiyle Türkiye’nin kaderinin bir olduğu gerçeğini tüm dünyaya tescil ettirecektir.

Bu anlamda Kıbrıs Türklüğünün mücadelesi mücadelemizdir ve geleceğimiz birbirinden ayrılamayacak parçanın bütünüdür.

Bugün Doğu Akdeniz’de birbirinden asla ayrılmayacak temel yaklaşımımız, Kıbrıs Türklüğünün hak ve menfaatlerinin garanti altına alınmasıyla, Türkiye’nin bölgedeki hak ve menfaatlerinin korunmasıdır.

Ne var ki CHP başta olmak üzere zillet çevreleri bundan da rahatsızdır.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikası CHP’ye göre yayılmacı ve saldırgandır.

Dikkat ederseniz bu ağız düşmanın ağzıdır.

Sevr hesapları güden mandacı çevrelerin artıkları görünen o ki CHP ve zillet saflarında hala mevcudiyetine devam etmektedir.

Cumhur İttifakı milli birlik ve beraberliğimizi esas alarak, hürriyet, istiklal ve istikbal mücadelemizde sadece milletimizle birlikte omuz omuza yürürken, zillet cephesi Türklüğün hasmı olanlarla iş tutmaktadır.

Aynı kesimler, İstanbul’un fethinin nişanesi olan Ayasofya-ı Kebir caminin açılmasından dahi rahatsızdır.

Türk-İslam anlayışının hangi kazanımı, hangi değeri, hangi hedefi varsa CHP, İP ve sevdalısı oldukları HDP hepsinin karşısındadır, PKK ve FETÖ ile aynı saftadır. 

Varsın bu güruh, okyanus ötesindeki efendileri ile beraber elinden geleni ardına koymasın.

Varsın şer cephesi tüm gücünü böylesi bir dönemde Türkiye’nin yükseliş ve şahlanışını engellemek için devreye koymuş olsun.

Varsın tüm işbirlikçiler, tüm hasımlar hep beraber karşımızda dursun.

Bunlarda şer bitmezse, bilsinler ki Oğuz neslinde de hak ve hakikat sevdalısı neferler bitmeyecektir.

Değerler dikkate alındığında Türkiye’nin elbette batı dünyası içerisinde saygın bir ortak olarak hak ettiği yeri alması ve saygı görmesi beklenen, arzulanan ve olması gereken bir durumdur.

Geride bıraktığımız yüz yıllık zaman zarfında muasır medeniyet seviyesi olarak takdim edilen koşullar da Batılı ülkelerin eriştiği seviyeyi işaret etmekteydi.

Bugün içerisinde bulunduğumuz yüzyılda ise koşulların değişmeye başladığı gerçeği her çevrenin malumudur.

Bu yüzden muasır medeniyet olarak tarif edilen seviye sadece batı dünyasını kapsayan bir tanım ve ölçü olarak ele alınamayacaktır.

Bununla birlikte meseleye daha geniş bir perspektifle bakıldığında günümüzde ülkemize yönelen tehdit ve tehlikelerin, neredeyse tüm gündem ve projelerin, yine batı dünyasını temsil eden ülkelerden kaynaklandığını da görüyoruz.

Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın bizim için dün taşıdığı anlamla şimdiki dönemde gelinen yer arasında aslında fazlaca bir fark yoktur.

Çünkü 1071 yılında Anadolu’yu fethetmemizle başlayan Şark Meselesi, birilerine göre hala devam etmektedir.

Sevr Anlaşması’nı yeniden hortlatma arayışında olanlar hala pusudadır.

Türklerin dünyanın merkezi konumundaki böylesine güzide bir coğrafyayı İslam’la şereflendirerek vatanlaştırmış olması, İstanbul’u alarak batının her anlamda erişebildiği en yüksek seviye olan Roma İmparatorluğu’na son vermesi, Kudüs’e giden yolları emniyete alması, aynı anda üç kıtaya hâkim olabilecek potansiyele erişmesi hazımsızlığı emin olunuz sürmektedir.

Bu şartlarda milli bekamız ve güvenliğimiz dikkate alındığında Türkiye açısından öncelikli güvenlik sorunlarının temelinde yine bazı batılı ülkelerin olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Tarihi hakikatler, coğrafi gerçekler, giderek hızlanan her türlü siyasi ve ekonomik gelişmeler bu gerçeği her yönüyle karşımıza getirmekte ve yüzleşmemiz gerektiğini göstermektedir.

Türkiye hiçbir ülkeye, hiçbir uluslararası oluşuma yahut bir başka iradeye mecbur ve mahkûm bir ülke asla değildir.

Zira bu ülke başkalarının lütfu ile değil, Allah’ın yardımı, şühedanın fedakârlığı ve Türk Milleti’nin azmiyle kurulmuş bağımsız bir ülkedir.

İkili ve çoklu ilişkilerde yaşanan bu çarpıklık dikkate alındığında, ayrıca ülkemizin milli hedeflerine yönelik sergilenen karşıt duruşlarla, milli güvenliğimize doğrudan kast eden çabalar beraber düşünüldüğünde, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin batı dünyasıyla hangi şartlarda işbirliğini geliştireceğine dair hassas dengenin doğru tesis edilmesi elzemdir.

Şu hazin duruma bakınız ki bugün başta ABD olmak üzere NATO’da müttefikimiz olduğunu iddia eden ülkeler, Türkiye’ye karşı doğrudan tehdit oluşturan terör örgütlerini açıktan desteklemekte, korumakta, kollamakta ve bölgesel istikrarsızlık ile bölünmelere sebebiyet verecek eylemlerde bulunmaktadır.

Suriye’de PKK/PYD terör örgütüne verilen yoğun destek bu halin en açık örneğidir.

Şimdiye kadar bu terör örgütüne sözde ordu kurdurmak üzere her türlü imkân ve destek ABD tarafından verilmiştir.

Ayrıca şanlı askerimiz karşısında bu terör örgütünün tutunabilmesi için Fransa’nın boş durmadığını biliyoruz.

Yine çok sayıdaki Avrupa ülkesine göre YPG/PYD/PKK kendi topraklarını savunmak için kurulmuş bir oluşumdur ve IŞİD’le mücadelede en iyi saha partneridir.

Oysa aynı güruh vahşette ölçü tanımayan IŞİD terör örgütüne karşı sahada göğüs göğüse çarpışan tek ülkenin Türkiye olduğu gerçeğine değinmemek için ısrarlı bir çaba içerisindedir.

Bununla birlikte IŞİD’in ortaya çıkış zamanlamasıyla PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin sahada kendisine yer tutmasına yönelik oluşturulan gündemin birbirini besleyen bir süreçte ilerlediği malumdur.

Her türlü vahşet görüntüsüyle Suriye ve Irak’ta yerleşim yerlerini kolayca ele geçiren IŞİD’in, PKK/PYD karşısında neredeyse hiçbir kurşun atmadan aynı yerleşim yerlerini bu terör örgütüne teslim ederek kendilerine gösterilen güvenli bölgelere geçişinin sağlandığı tüm çıplaklığıyla ortadadır.

Bu kirli oyunun ana hedefinde bulunan ülkelerin başında hiç kuşku yoktur ki Türkiye gelmektedir.

Bu durumun kabul edilebilir bir yanı yoktur.

Bir terör örgütünün bir başka terör örgütüyle yok edileceğine dair sergilenen maksatlı anlayışın başarıya ulaşması, bölgesel barış ve istikrara katkı sağlayabilmesi mümkün olamayacaktır.

Kaldı ki Türkiye haklı ikaz ve itirazlarını şimdiye kadar her seviyeden dile getirmiştir, getirmeye de devam etmektedir.

Suriye’de PKK/PYD eliyle demografik yapının değiştirilmesi, toprak bütünlüğünün bozulması ve yine PKK/PYD’nin meşru bir yapı olarak algılanmasına yönelik girişimlerin tamamı bizim açımızdan milli güvenlik tehdididir.

NATO üyesiyiz diye PKK/PYD terör örgütüne destek sunan ve nihai hedefi dört parçalı sözde Kürdistan’ı kurmak olan projelere sessiz kalacak değiliz.

Ayrıca Türkiye’nin güvenlik açığını kapatmak üzere başta uzun menzilli hava savunma sistemi olmak üzere, ihtiyacımız olan silah sistemlerinin hangisini nereden tedarik edeceğimiz hususu da ABD yahut NATO’nun haddi değildir.

Türkiye egemen bir ülkedir.

NATO müttefikliği söyleminin arkasına sığınarak ülkemize yönelik yoğun ve örtülü ambargoların uygulandığı, Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren terör örgütlerine destek verildiği, milli güvenliğimizi doğrudan ilgilendiren her alanda ülkemizin çıkarlarının hedef alındığı girişimlere bigane kalamayız.

Dolayısıyla gelinen aşamada NATO içerisinde yer almanın ülkemize ne katkısının olduğu sorgulanmalıdır.

NATO, Türkiye’nin milli menfaatlerine katkı sağlamaktan ziyade giderek aksi yönde durumlar yaratan bir aktör olarak karşımızda durmaktadır.

ABD yahut NATO istiyor diye hak bildiğimiz yoldan, ülkemiz için doğru olan istikametten ve bunlardan daha önemlisi kendi egemenliğimizden ve her alanda tam bağımsızlık ilkemizden vazgeçecek değiliz.

Cumhur İttifakı ülkemize yönelen maksatlı eylemleri ortadan kaldıracak bir iradeyi kararlılıkla hayata geçirmek için Türk Milleti’nden aldığı yetki ve güçle, Türkiye’nin kudretini olması gereken yer ve zamanda göstermekten geri durmamaktadır.

PKK terör örgütüne her türlü desteği sunarak, teröristleri adeta Türkiye’ye karşı organize eden ve bırakın müttefikliği düşmanca eylemler çerçevesinde değerlendirilebilecek tutumlar takınan ABD yönetimi, şimdi de Türk Milleti’nin bağrından çıkan en müstesna kurumların başında gelen Ülkü Ocaklarını hedef almaktadır.

ABD Başkanı Biden, göreve gelmeden önce “Türkiye’de muhalefeti destekleyeceğiz” diyerek gönderdiği sinyali, şimdilerde “Suriye’de PKK’yı terk etmeyeceğiz” noktasına taşımışken, maksadın ne olduğu aradan geçen her gün biraz daha kesinleşiyor.

FETÖ’cülere kol kanat geren, PKK’yı koruyup kollayan ABD’nin, Ülkü Ocakları’nı rezil tanımlamalarla bir araya getirme uğraşı, zillete biçilen rol ve yine PKK’ya sunulan destek vaadinden ayrı değildir.

ABD yönetimi hala Türkiye’nin kudret, kuvvet ve kadrinin farkında değilse, bunun neticesine katlanmaktan kurtulamayacaktır.

Türkiye dostluğu feda edilebilecek değil, tam tersine vakti geldiğinde mumla aranan, iddia sahibi bir ülkedir.

Küresel şartlar ve koşulların çok hızlı bir değişim ve dönüşüm gösterdiği böylesi bir zaman diliminde kimseye herhangi bir mecburiyetimiz yahut muhtaçlığımız yoktur.

Türkiye 21. Yüzyıldaki iddiası ve kendi gündemini tayin edebilme kudretiyle ülkeler arasında en üst seviyelerdedir.

Bir başı doğuya bir diğeri batıya bakan, bir pençesiyle doğuyu, diğeriyle batıyı tutan çift başlı Selçuklu kartalı, dünyayı nasıl gördüğümüzün ve yolumuzu nasıl tayin edeceğimizin sembolüdür.

Kovid-19 salgını henüz devam ederken bölgesel ve küresel gelişmeleri tahlil ettiğimizde karşımıza çıkan berrak gerçeklik bizlere şunu açıkça göstermektedir ki yeni bir dünya kurulmaya başlanmıştır.

Türkiye böylesi bir dönemde sahip olduğu potansiyelin yanı sıra karşı karşıya kaldığı beka tehditlerinin sınırlarının ötesinden kaynaklanan siyasi kırılmalardan kaynaklandığı gerçeğinden hareket ederek, bekleyip ona göre tavır alma eğiliminde bulunamayacaktır.

Zira 21. Yüzyıl koşulları bir bölgede oluşan tehdidin, bir başka alana doğru genişlerken beraberinde çok daha riskli koşulları da getireceğini açıkça göstermektedir.

Sınırı aşan göçler meselesi bu anlamda verilebilecek en bariz örnektir.

Dolayısıyla ülkemiz, yeni bir dünyanın kuruluşunu bekleyerek tavır almak yerine, kurulmaya koyulan yenidünyanın gidişatına yön verebilecek kararlılığı ortaya koymalıdır.

Kendi istikrar ve huzurumuzu tesis etmenin yolu, bölgesel barış ve istikrarı sözümüzün geçtiği bir zeminde hayata geçirebilmektir.

Türkiye dünyanın en kırılgan coğrafyalarına komşuluk yaparken, yani aynı anda Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar ve hatta Doğu Akdeniz üzerinden Kuzey Afrika ile bağları bulunuyorken kimse bizlerden edilgen bir ülke olmamızı beklememelidir.

Tam tersine etken bir ülke olarak dünyanın gidişatında söz sahibi olmamız, Türkiye’nin milli birlik ve beraberliği açısından büyük öneme sahiptir.

Var olan ya da olması muhtemel beka tehditleri sınırlarımızda karşılanamaz. Tehdit olgusu nerede başlamışsa Türkiye o kaynağa erişip, yerinde ve zamanında, saklı olan müdahale hakkını oluşturup, kullanarak baş etme yoluna gitmelidir.

Bugün de yapılan budur.

Milliyetçi Hareket Partisi sınırı aşan göçler konusunda en hazırlıklı partilerin başında gelmektedir.

Tarihin seyrini değiştirebilecek niteliğe sahip olan bu durum, bizim nazarımızda yönetilmesi gereken bir mesele olarak değerlendirilmektedir.

Sayın Genel Başkanımız, aynı konuyla ilgili görüşlerimizi kapsamlı olarak ilan etmiş, zulümden kaçarak kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalan Suriyeli kardeşlerimizin ülkelerinde normalleşme tesis edildikten sonra tekrar huzur içerisinde kendi topraklarına dönmelerinin Türkiye’nin garantisi altında olduğunu ilan etmiştir.

Nitekim Suriye’de gerçekleştirdiğimiz askeri harekâtların hemen ardından, terör unsurlarından ve rejimin zulmünden arındırılan bölgelerde hayatın normalleşmesi sağlanmıştır.

Aynı bölgelere sayıları 400 bini aşan Suriyeli kardeşlerimiz geri dönmüş ve bugün Türkiye’nin garantörlüğünde kendi topraklarında huzur içerisinde yaşamaktadırlar.

Benzer bir durumun Afganistan’dan göç ederek ülkemize gelen kardeşlerimiz için de geçerli olduğunu ifade etmek lazımdır.

Bu şartlarda Afganistan’daki diplomatik misyonumuzun görevini sürdürmesi, Kabil havalimanının güvenliği konusunda ülkemizin sorumluluk üstlenmesi, ülkede görev alacak yeni yönetimin tüm toplum kesimlerini kucaklayıcı bir anlayışı ortaya koyması gerekir.

Afganistan’da yaşayan Türklerin hak ve menfaatlerinin korunması ve ülkede normalleşmenin tesisine yönelik gerekli adımların atılması konuları da beklentilerimiz arasındadır.

Afganistan’ın huzur ve istikrarının tesis edilmesi her anlamda bağımızın olduğu ve küresel rekabetin tüm unsur ve boyutlarıyla hem kızıştığı hem de giderek daha fazla sıkışmaya başladığı Orta Asya bölgesi açısından oldukça büyük öneme sahiptir.

Türk dünyası ülkelerinin huzuru huzurumuz, refahı refahımızdır.

21. yüzyılda yükselen değerler arasında Türklüğün şahlanışının hayata geçeceği ana alanların başında bu bölge gelmektedir.

Türk Dünyası’nın hayalden gerçeğe ve oradan da eylem birliğine doğru ilerlediği bir dönemde bölgede yer alan dost ve kardeş ülke Pakistan gibi dostlarımız için de aynı düşünceye sahip olduğumuz unutulmamalıdır.

Bugün sözde demokrasi sözcüğü kullanılarak ülkemize karşı hayata geçirilen kimi senaryo ve oluşumların varlığından da haberdarız.

ABD merkezli olarak başlatılan Türkiye Demokrasi Projesi adlı oluşumda FETÖ’cü teröristlerin yer alması bir yana, aynı şer yapılanması hayata geçirilmeden hemen önce CHP’li bazı isimlerin ABD yönetimine çağrıda bulunarak “Türkiye için demokrasi vurgusu beklediklerini” belirtmeleri zillet çevrelerinin rezil hallerini dışa vurmuştur.

Tıpkı PKK/PYD terör örgütünü destekleyen sözde batılı müttefiklerimiz gibi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da YPG/PKK’yı kendi topraklarını savunan bir oluşum olarak görmektedir.

Yine güvenlik kuvvetlerimizin Suriye’den kaynaklanan terör tehdidini bertaraf etmek üzere PKK/PYD’li teröristlere yönelik düzenlediği askeri harekâtların tümüne CHP’li isimler karşı çıkmıştır.

Şu ibretlik duruma bakınız ki zillet çevreleri bugünlerde PKK terör örgütünün siyasi uzantısı olan HDP’yi aklama, kurtarma ve meşrulaştırma çabasına düşmüştür.

Bir yandan PKK terör örgütüne yönelik yurt içi ve yurt dışında başarılı askeri harekâtlar sürerken ve örgüt her yönden tükenme aşamasına gelmişken, hain elebaşları kafalarını inlerinden çıkarmaya dahi korkarken, örgütte çözülme tarihin en üst seviyesine erişmişken ve Anayasa mahkemesinde HDP’ye yönelik kapatılma kararı görüşülürken CHP ve İP “HDP’nin mecliste olması gerektiğini” duyurmaya başlamıştır.

Bu açık bir ihanettir, zilletin ta kendisidir.

HDP meşru değildir, asla da olamaz.

Zira HDP, PKK’nın ta kendisidir.

CHP ve İP’in müşterek bir gündem ve ağız birliği ile HDP’nin meşru olduğunu utanmadan dile getirmeleri can çekişen teröre hayat öpücüğü vermekten başka bir şey değildir.

Bu haliyle hem CHP, hem de İP Türkiye için açık bir milli güvenlik tehdidi haline gelmiştir.

Lafa gelince Atatürk’ü ağzından düşürmeyen CHP yönetimi, mandacılıkta, teslimiyet ve ihanette adeta sınır tanımayarak Atatürk’e en büyük ihaneti yapmaya başlamıştır.

PKK’nın küçük partisi HDP, büyük partisi CHP, yancı ve tutma ortak ise İP olmuştur.

Manidar bir zamanlamayla Irak’ın kuzeyine heyet gönderen CHP’nin, bu ziyaretten hemen sonra PKK-HDP sevdasına düşerek, HDP’yi meşru gördüklerini açıklamaları, akıllara CHP ve PKK arasında hangi pazarlığın geçtiği sorusunu getirmiştir.

Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir demokratik rejimde terör örgütüne aleni destek veren, terör eylemlerini, teröristleri ve terör örgütünü övdüğünü açıkça duyuran ve hatta desteğini buralardan alarak yine sırtını aynı kirli ve kalleş yapılara dayadığını ilan eden bir siyasi partinin o ülkenin meclisinde görev yaptığını gösterebilmek asla mümkün değildir.

Dolayısıyla HDP’nin kapatılması maşeri vicdanın, demokrasinin, hukukun, şühedanın ahının, yetimlerin hakkının ve Türk Milleti’nin sahip olduğu değerler bütününün açık ve kesin gerekliliğidir.

Şu işe bakınız ki ihanet ve proje partisi olarak yola çıkan İP bu yolda adeta kendisini parçalamakta, PKK terör örgütünün uzantısı HDP için her şeyi yapmaktadır.

Bu partinin genel başkanının 2023 yılında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, cumhurbaşkanı adayı olmayacağını açıklaması ibretlik bir vahim tablodur.

İP, kendi genel başkanının bu ilanıyla proje partisi olduğunu bir kez daha göstermiştir.

İP ve Meral Akşener’den aday olmamasını kimler istemiştir?

Başbakan olmaya aday olduğunu iddia eden Meral Akşener’e kimler talimat vermiş, kim yönlendirmiştir?

Sözde Kürt sorunu tabirini kullanarak etnik bölücülüğe nefes aldırma yarışına girenlerle aynı yerde saf tutan ve HDP’yi meşru gördüğünü ifade eden İP, HDP’li bir milletvekilinin anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesi gerektiği çağrısına neden sessizdir?

Şu garabete bakınız ki PKK’ya daha fazla alan açma ve etnik bölücülüğü kışkırtma amacından başka bir şeye hizmet etmeyen bu yaklaşımlar sistem değişikliği kılıfına sokulmaktadır.

Şurası açık bir şekilde anlaşılmalıdır ki mevcut sistemden geriye dönüş yoktur.

CHP ve İP’in öne sürdüğü sistem, Türkiye açısından kargaşa, kaos ve her yönden belirsizlikler barındırmaktadır.

Ne yani derdiniz milleti arka arkaya seçim-referandum-seçim iklimine sokmak, Türkiye’yi yeniden kısır siyasi gündem ve tartışmalarla oyalamak mıdır?

Şimdiye kadar baştan sona yalanlar üzerine kurulan siyaset anlayışıyla, adeta yalan üretme merkezi gibi çalışan zillet çevreleri bu gerçeği neden kamuoyundan saklamaktadır?

Karşı karşıya kaldığımız bu tabloyu Türkiye’nin istikrarını murat eden hiçbir vatan evladının kabul etmesi elbette mümkün değildir.

Milliyetçi Hareket Partisi, Ak Parti ile birlikte vatan derdinde, Cumhur İttifakı olarak Türkiye safındadır.

Zillet karanlıktır, Cumhur İttifakı ise milletin aydınlık geleceğidir.

Cumhur İttifakı Türk Milleti’nin umudu, nicedir muradını taşıdığı hayallerini gerçeğe dönüştürecek kudreti, kuvveti ve kararlılığıdır.

2023 inşallah Cumhur İttifakı’nın kesin zaferiyle Büyük Türkiye hedefine doğru emin adımlarla ilerlemenin yeni bir miladı olacaktır.

Bu vesileyle sözlerime son verirken, sizleri sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Cenabı Allah birlik ve dirliğimizi daim eylesin.

Türklüğü yüceltsin.

Ezanımızı dindirmesin, bayrağımızı indirmesin.

Zalime fırsat vermesin, Ülkücü Hareketten razı olsun.

Milletimizden rahmetini, merhametini ve yardımını esirgemesin.

Sağ olun, var olun.

Ne Mutlu Türküm Diyene!"