MHP Genel Başkan Yardımcısı İzzet Ulvi Yönter, TBMM'de devam eden 2026 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ile görüşmelerde söz aldı.
"Enerji ve Tabii kaynaklar alanında temel hedefin; Türkiye Yüzyılında insan ve çevreyi merkeze alan, enerji ve madencilikte dönüşümü gerçekleştirmiş, kaynak ve teknolojide net ihratçı bir ülke olduğunu bizzat Sayın Bakan açıklamıştı. Bu hedef doğru ve tutarlı bir hedeftir ve Türkiye'mizin enerji de tam bağımsızlık mücadelesini inşallah tahkim edecektir. Bugün dünya siyasetinin, ekonomisinin ve güvenlik mimarisinin merkezinde tek bir kavram yer almaktadır ve o da enerjidir. Artık biliyoruz ki enerji, yalnızca fabrikaların çarklarını döndüren, evlerimizi aydınlatan bir araç değildir; ülkelerin kaderini tayin eden, küresel dengeleri değiştiren, uluslararası ilişkilerin rotasını çizen en stratejik unsurdur" ifadesini kullanan MHP'li Yönter şunları söyledi:
"Enerji, uluslararası siyasetin merkezinde yer almaktadır"
Ekonomik büyümenin, üretimin, ihracatın temelinde enerji vardır. Enerji yoksa üretim durur; üretim durursa refah azalır, kalkınma sekteye uğrar. Bu nedenle enerji, çağımızın en kritik milli güç unsurlarından biri hâline gelmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki hiçbir ülke enerjide tamamen kendi içine kapanık değildir. Her ülke, az ya da çok, dış kaynaklara bağımlıdır. Bu bağımlılık yalnızca ithalat rakamlarıyla sınırlı değildir; küresel fiyat dalgalanmalarından yeni teknolojilere, emisyon politikalarından jeopolitik krizlere kadar birçok faktör ülkeleri birbirine bağlamaktadır. İşte tam da bu nedenle enerji, uluslararası siyasetin merkezinde yer almaktadır.
Devletler, enerji yollarını korumak için ittifaklar kurmakta; enerji kaynaklarına erişim için rekabet etmekte; zaman zaman gerilimlerin ve çatışmaların içine sürüklenmektedir. Tarih bize gösteriyor ki, sanayi devriminden bu yana yaşanan pek çok savaşın arka planında enerji kaynakları sessiz bir aktör olarak rol oynamıştır. Bugün dünyada enerjiye olan talep her geçen gün artarken, kaynakların sınırlı olması ülkeleri kendi stratejilerini gözden geçirmeye zorlamaktadır. Çünkü herkes bilir ki: Olmayan enerji, en pahalı enerjidir. Bu nedenle enerji arzını güvence altına almak, artık yalnızca bir ekonomik hedef değil; aynı zamanda bir milli güvenlik meselesidir. Tam bağımsızlığın temel unsurlarından biri hiç kuşkusuz enerjidir. Bu alanda güçlü olan ülkelerin, küresel arenada da güçlü konuma sahip olduğu açıktır. Nitekim devletler, geleceklerini güvence altına almak; enerji bağımsızlıklarını pekiştirmek ve halklarının refahını dışa bağımlılığa bırakmamak için tüm imkânlarını seferber etmektedir. Yeri gelmişken enerji mimarisi konusuna da temas etmek de fayda vardır. Enerji mimarisi, bir ülkenin veya bölgenin enerji üretimi, iletimi, dağıtımı, tüketimi ve enerji güvenliği politikalarının bütününü ifade eden yapısal düzeni tanımlayan bir kavramdır. Daha basit bir ifadeyle, bir ülkenin enerji sisteminin nasıl kurulduğunu, nasıl işlediğini ve hangi stratejik temeller üzerine oturduğunu anlatır.
Enerji mimarisi şu unsurları kapsar:
- Enerji kaynaklarının yapısı: Petrol, doğal gaz, kömür, nükleer, yenilenebilir enerji gibi kaynakların çeşitliliği ve kullanım oranları,
- Altyapı: Boru hatları, elektrik şebekeleri, rafineriler, LNG terminalleri, depolama tesisleri
- Arz güvenliği politikaları: Enerjinin kesintisiz, uygun maliyetli ve güvenli şekilde sağlanması
- Enerji piyasaları ve düzenlemeleri: Piyasa işleyişi, fiyatlandırma, rekabet ve devlet politikaları
- Bölgesel ve uluslararası bağlantılar: Enerji koridorları, ticaret hatları, ortak projeler
- Teknoloji ve dönüşüm süreçleri: Yenilenebilir enerji teknolojileri, akıllı şebekeler, enerji verimliliği, hidrojen ve depolama teknolojilerisir.
“Enerji mimarisi”, yalnızca fiziksel altyapıyı değil aynı zamanda politik, ekonomik ve stratejik unsurların bütününü kapsayan bir çatı kavramdır. Takdir ve kabul edersiniz ki, Türkiye’nin dış ticaret dengesi üzerinde en belirleyici unsurların başında enerji ithalatı gelmektedir. Her ne kadar son yıllarda yeni enerji kaynaklarının keşfi ve yenilenebilir enerji yatırımlarındaki artış sayesinde enerji kaynaklı dış ticaret açığında belirli bir iyileşme sağlanmış olsa da, ülkemiz hâlen enerji ürünleri için küresel piyasalara bağlı olarak yıllık yaklaşık 70–75 milyar dolar seviyesinde döviz ödemesi yapmaktadır. Cari açığın büyük bölümünün enerji ürünlerinden kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Bu durum, enerji arzında dışa bağımlılığın ekonomik kırılganlık yaratmaya devam ettiğini göstermektedir.
MHP'NİN POLİTİKA ADIMLARINI PAYLAŞTI
Türkiye’nin enerji kaynaklı cari açığını azaltabilmesi için Milliyetçi Hareket Partisi olarak düşüncemiz şunlardan ibarettir:
- Yerli ve yenilenebilir enerji kapasitesinin artırılması,
- Enerji verimliliği uygulamalarının sanayi, ulaşım ve binalar başta olmak üzere tüm sektörlerde yaygınlaştırılması,
- Rüzgâr, güneş ve jeotermal gibi yerli kaynaklara yapılan yatırımların hızlandırılması,
- Enerji depolama teknolojileri ve akıllı şebeke modernizasyonuna öncelik verilmesi,
- Nükleer enerji projelerinin güvenli ve planlı şekilde devreye alınması,
- Doğalgaz ve petrol tedarikinde uzun vadeli kontrat çeşitliliğinin artırılması,
- LNG, yani sıvılaştırılmış doğal gaz altyapısının güçlendirilmesi ve Türkiye’nin bölgesel enerji ticaretinde daha etkin rol alması stratejik önem taşımaktadır.
Bu politika adımlarının eşgüdüm içinde uygulanması, Türkiye’nin enerji faturasını azaltarak dış ticaret açığının düşürülmesine ve makroekonomik istikrarın güçlenmesine önemli katkı sağlayacaktır. Enerji arz güvenliğinin sağlanması, dışa bağımlılığın azaltılması ve rekabetçi bir enerji piyasasının oluşturulması, ülkemizin orta ve uzun vadeli kalkınma hedefleri açısından kritik önemdedir.
Üzerinde durmak istediğim bir diğer mühim kavram enerji diplomasisidir. Enerji diplomasisi, devletlerin enerji kaynaklarını, enerji ticaretini ve enerji teknolojilerini dış politika araçları olarak kullanmasıyla şekillenen bir diplomasi türüdür. Bu yaklaşım sayesinde ülkeler hem kendi enerji arz güvenliğini güçlendirmekte hem de uluslararası ilişkilerde müzakere kapasitelerini artırmaktadır. Petrol ve doğal gaz boru hatlarının güzergâhları, uzun vadeli tedarik anlaşmaları, yenilenebilir enerji alanında kurulan ortaklıklar ve nükleer enerji iş birlikleri enerji diplomasisinin temel bileşenlerini oluşturmaktadır. Küresel enerji lojistiğinin uluslararası siyasetin görünmez belirleyicilerinden biri hâline gelmesi, enerji konusunun devletlerin stratejik hesaplamalarındaki ağırlığını her geçen gün artırmaktadır. Türkiye; Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında yer alması nedeniyle, Avrupa’nın başlıca doğal gaz üretim bölgelerine açılan kritik bir enerji geçiş koridoru konumundadır. Hazar Bölgesi, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz gibi önemli gaz kaynaklarına yakınlığı Türkiye’yi, Avrupa Birliği (AB) için tedarik güvenliğini güçlendiren stratejik avantaja sahip bir aktör hâline getirmektedir.
Bu jeopolitik konum;
- AB’nin kaynak çeşitliliğini artırarak dışa bağımlılığını azaltmasına,
- Türkiye’nin ise bölgesel enerji piyasalarında etkinliğini yükseltmesine
katkı sağlamaktadır.
Türkiye’nin üretici ve transit ülkelerle yürüteceği etkin enerji diplomasisi, AB’nin gaz arz güvenliğinin sürdürülebilirliği açısından önem taşımaktadır.
Bu diplomasi kapsamında:
- Üretici ülkelerle uzun vadeli ticari ilişkilerin güçlendirilmesi,
- Transit ülkelerle altyapı ve lojistik işbirliklerinin geliştirilmesi,
- Enerji projelerinde çok taraflı platformlara aktif katılım,
bölgesel işbirliğini artırarak Avrupa’ya yönelik gaz tedarik zincirinin daha dayanıklı hâle gelmesine imkân tanıyacaktır. Türkiye’nin doğal gaz ticaret merkezi olma hedefi, AB enerji piyasaları ve ihracatcı ülkeler açısından önemli fırsatlar sunmaktadır.
Bu hedef doğrultusunda:
- Avrupa ülkelerine daha fazla tedarik ve güzergâh seçeneği sağlanacak,
- Bölgesel gaz piyasasında rekabet artacak,
- Fiyat oluşum mekanizmaları daha şeffaf ve esnek hâle gelecek,
Böylece AB tüketicileri için daha uygun fiyat ve daha güvenli tedarik şartlarının oluşması mümkün olacaktır. Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu ve geliştirdiği enerji diplomasisi, Avrupa Birliği’nin enerji arz güvenliği açısından önemli bir tamamlayıcı unsur niteliği taşımaktadır. Bu çerçevede Türkiye, gelecekte yalnızca bir transit ülke değil, aynı zamanda bölgesel bir enerji ticaret merkezi ve stratejik enerji ortağı olarak Avrupa enerji sisteminin istikrar ve güvence içinde varlığının yüksek stratejik merkezidir. Türkiye’nin doğal gaz arz güvenliğini güçlendirmesi ve tedarik esnekliğini artırması için mevcut boru hattı kapasitesine ek olarak LNG altyapısına yönelik yatırımların artırılması ayrıca stratejik önem taşımaktadır.
Bu kapsamda:
- Kara LNG terminallerinin kapasite artırımları,
- Yeterli sayıda Yüzer LNG Depolama ve Yeniden Gazlaştırma Ünitesi (FSRU) temini,
- LNG tedarik zincirine entegrasyonu destekleyecek liman ve depolama altyapısı yatırımları,
Türkiye’nin farklı coğrafyalardan LNG temin etmesine imkân sağlayacaktır. Gelişmiş LNG altyapısı, özellikle talebin arttığı kış dönemlerinde veya beklenmeyen tedarik kesintilerinde arz–talep dengesinin daha etkin yönetilmesini, fiyat oynaklığının azaltılmasını ve doğal gaz piyasasında operasyonel esnekliğin artırılmasını mümkün kılacaktır.
Bu aşamada şu sorunun cevabını aramak durumundayız, o soru da şudur: Türkiye Neden Doğal Gazda Enerji Merkezi (Hub) Olmalıdır?
Türkiye’nin mevcut durumda üstlendiği transit ülke rolü, doğal gazın üretici bölgelerden Avrupa’ya taşındığı güzergâh ülkesi olmasını ifade etmektedir.
Bu model:
- Daha düşük maliyetli ve nispeten düşük riskli,
- Stratejik açıdan önemli,
- Ancak ekonomik getirisi sınırlı bir yapı sunmaktadır.
Transit rolünde Türkiye, boru hatlarının geçtiği bir ülke olarak kritik jeopolitik konuma sahip olmakla birlikte, gazın fiyatlandırılması, ticareti ve bölgesel dağıtımı üzerinde tam yetkiye sahip değildir. Yani transit ülke modeli, Türkiye’nin enerji piyasalarındaki etkinliğini sınırlamaktadır.
Enerji merkezi olmak, Türkiye’nin yalnızca gazı transit eden bir ülke olmasının ötesine geçerek:
- Doğal gazı depolayan,
- Farklı kaynaklardan gazı alım–satım işlemlerine tabi tutan,
- Bölgesel piyasalara fiyat referansı oluşturan,
- Tedarik çeşitliliğini artırarak piyasa derinliği sağlayan
bir bölgesel enerji ticaret noktası hâline gelmesini ifade etmektedir.
Bu model:
- Türkiye’nin bölgesel enerji dengelerinde etkisini artıracak,
- Uluslararası müzakerelerde daha güçlü bir pazarlık pozisyonu yaratacak,
- Enerji piyasasında ekonomik değer üretimini artıracak,
- AB başta olmak üzere çevre pazarlara yönelik arz güvenliğini destekleyecek,
- Ülkeyi enerji fiyatlamasında söz sahibi aktör konumuna taşıyacaktır.
Bu nedenle enerji ticaret merkezi olma hedefi, gecikmeksizin Türkiye’nin stratejik öncelikleri arasına alınmalı; bu hedefi destekleyen altyapı yatırımları, piyasa düzenlemeleri ve çok boyutlu enerji diplomasisi adımları hızla hayata geçirilmelidir. Temennimiz ve teklifimiz budur. Türkiye’nin değişen küresel enerji dinamiklerine uyum sağlayarak hem transit ülke konumunu sürdürmesi hem de enerji ticaret merkezi olma hedefini eş zamanlı olarak ilerletmesi, maksimum stratejik ve ekonomik fayda sağlayacaktır.
Bu ikili yaklaşım:
- Tedarik güvenliğini artıran çoklu güzergâh yapısını,
- Piyasa derinliği oluşturan ticaret ve depolama kapasitesini,
- Bölgesel enerji diplomasisini destekleyen stratejik esnekliği
bir araya getirerek Türkiye’nin enerji piyasalarındaki etkinliğini önemli ölçüde artıracaktır.
Ülkemizde enerji arz-talep dengesinin sağlanması, ekonomik istikrarın ve toplumsal refahın sürdürülebilirliği açısından stratejik öneme sahiptir. Zaman zaman yaşanan arz yönlü sıkıntılar, enerji arz güvenliğinin güçlendirilmesi gerektiğini göstermektedir. Talepteki artışa karşın bu talebi karşılayabilecek yeterli ve esnek üretim kapasitesinin devrede olmaması, arzda daralma riskini beraberinde getirmektedir. Elektrik üretiminde kurulu güç nominal olarak yeterli görünse dahi, kullanılan birincil enerji kaynaklarının niteliği ve santrallerin çalışma karakteristikleri nedeniyle kapasitenin her an şebekeye enerji sağlayacak düzeyde olması mümkün olamayabilmektedir. Özellikle yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretimde, mevsimsel ve meteorolojik değişkenlikler arz planlamasını zorlaştırmaktadır. Kurak geçen dönemlerde hidroelektrik üretim düşmekte; güneş enerjisi santralleri gece saatlerinde üretim yapamamakta; rüzgâr hızlarının mevsim ortalamalarının altında kalması ise rüzgâr enerjisinin katkısını sınırlamaktadır. Bu koşullarda, çevresel etkilerine rağmen doğalgaz çevrim santralleri ile kömür santralleri sistemin dengeleme unsuru olarak öne çıkmaktadır. Diğer taraftan; arz dengesinin sağlanamaması, sanayi üretiminde kesintilerden günlük yaşamda ciddi aksamalara kadar uzanan geniş bir risk yelpazesine yol açabilmektedir. Bu nedenle enerji arz güvenliğinin güçlendirilmesi, hem kısa vadeli operasyonel planlama açısından hem de uzun vadeli enerji politikalarının sürdürülebilirliği bakımından kritik önem taşımaktadır.
Enerji arz güvenliğini sağlamaya yönelik olarak:
- Hibrit enerji modellerinin geliştirilmesi,
- Dijital ve akıllı şebeke altyapılarının güçlendirilmesi,
- Sürdürülebilir ve öngörülebilir serbest piyasa mekanizmalarının desteklenmesi,
- İlgili mevzuatın güncellenmesi ve düzenleyici çerçevenin iyileştirilmesi,
- Enerji depolama teknolojileri ile alternatif ve yenilikçi enerji kaynaklarına yatırımın teşvik edilmesi
açısından orta ve uzun vadeli politikaların hayata geçirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Bu çerçevede, enerji sektöründe güvenilir, çeşitli, çevresel açıdan sürdürülebilir ve ekonomik olarak erişilebilir bir arz yapısının oluşturulması, ülkemizin enerji stratejisinin temel hedeflerinden birisi olmalıdır. Bugün dünya yeni bir enerji jeopolitiğine doğru hızla evrilirken, Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) bu dönüşümün merkezinde yer alan stratejik bir güç hâline gelmiştir. Orta Asya’nın zengin hidrokarbon rezervleri, Hazar havzasının kilit önemi ve Türkiye’nin Avrupa’ya açılan enerji koridorunun kalbinde bulunması, TDT ülkelerini hem üretici hem transit hem de tüketici olarak birbirini tamamlayan bir mimarinin üyeleri yapmaktadır. Bu potansiyel, Nahçıvan Anlaşması’ndan Astana Senedi’ne ve Türk Dünyası 2040 Vizyonu’na kadar birçok temel belgede açıkça ifade edildiği gibi, enerji alanında ortak strateji geliştirmeyi bizim için vazgeçilmez bir öncelik hâline getirmiştir. TDT üyesi devletlerimizle birlikte petrol ve doğal gaz sahalarının ortak geliştirilmesinden sınır ötesi elektrik ticaretinin artırılmasına, enerji teknolojilerinin paylaşımından stratejik yatırım projelerinin desteklenmesine kadar birçok alanda daha kararlı ve somut adımlar atılması hayati öneme haizdir. Bir yandan Trans-Hazar Doğal Gaz Boru Hattı’nı hayata geçirerek enerji arz güvenliğimizi güçlendirirken, diğer yandan güzergâh çeşitlendirme çalışmaları ve yenilenebilir enerji yatırımlarını hızlandırarak bölgemizi küresel enerji denkleminde yükselen ve belirleyici bir güç konumuna taşımak önceliğimiz olmalıdır. Türkiye olarak akıllı şebekelerden hidrojen teknolojilerine, enerji depolamadan karbon yakalamaya kadar birçok alanda tecrübemizi kardeş ülkelerimizle paylaşarak ortak kapasitemizi büyütmeliyiz. Bu süreçte, yenilenebilir enerji yalnızca bir seçenek değil; artan tüketim, dışa bağımlılık ve küresel piyasa dalgalanmaları karşısında stratejik bir zorunluluk hâline gelmiştir. Önümüzdeki dönemde, TDT’yi küresel enerji tedarik zincirinin vazgeçilmez bir aktörü hâline getirmeliyiz. Bunun için enerji koridorlarını çeşitlendirecek, yatırım ortamını daha da güçlendirecek, yenilenebilir enerji projelerine ivme kazandıracak, kritik mineraller ve enerji teknolojilerinde ortak güçlü AR-GE altyapıları kurmalıyız. Doğal gazdan nükleere, akıllı şebekelerden kritik elementlere kadar geniş bir alanda işbirliğini daha da derinleştirecek; Türk dünyasının enerji geleceğine yön verecek kararların başlangıç noktası olacaktır. Ortak tarihimizden, ortak kültürümüzden aldığımız güçle, enerjide kendi kendine yeten, bölgesine yön veren ve küresel sistemde söz sahibi olan bir Türk Dünyası inşa etmemiz üye ülkeler için daha temiz ve güvenilir enerji sistemleri oluşturulması yolunu açacaktır.Diğer taraftan Doğu Akdeniz, sahip olduğu jeostratejik konum ve jeoekonomik potansiyel ile ülkemiz açısından tarih boyunca önemini korumuş; son dönemde keşfedilen doğal gaz rezervleriyle bu önem yeni bir boyuta taşınmıştır. Mavi Vatan Doktrini doğrultusunda Türkiye, hem kendi kıyı uzunluğundan hem de uluslararası hukuktan doğan haklardan hareketle bölgede adil bir deniz yetki alanı paylaşımını savunmakta; enerji güvenliğini güçlendirme ve bölgesel etkinliğini artırma hedefleri doğrultusunda kararlı bir politika izlemektedir. Bu çerçevede Doğu Akdeniz’de yalnızca ekonomik getirinin değil, güvenlik, diplomasi, ticaret ve bölgesel istikrar gibi çok boyutlu unsurların belirleyici olduğu açıktır. Bölgede Türkiye, KKTC, GKRY, Yunanistan, İsrail, Mısır, Suriye, Lübnan ve Libya arasında deniz yetki alanları ve Münhasır Ekonomik Bölge(MEB) sınırlandırmaları konusunda ciddi anlaşmazlıklar bulunmaktadır. GKRY’nin Ada’nın tamamını temsil ettiği iddiasıyla tek taraflı MEB ilan etmesi ve Mısır, İsrail, Lübnan gibi ülkelerle anlaşmalar imzalaması, hem Türkiye’nin kıta sahanlığıyla hem de KKTC’nin hak iddia ettiği alanlarla çakışmaktadır. Bu durum milli davamız olan Kıbrıs meselesinin mevcut hassasiyetini daha da derinleştirmektedir. Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de adalar üzerinden maksimalist bir MEB anlayışını dayatmaya çalışması ise zaten kırılgan olan bölgesel dengeyi haddinden fazla zorlamaktadır. Doğu Akdeniz meselesi teknik bir enerji konusu değil; Türkiye’nin deniz egemenliğini, bölgesel rolünü ve enerji güvenliğini doğrudan etkileyen stratejik bir güç mücadelesidir. Bu nedenle Türkiye, bir yandan uluslararası hukuktan doğan haklarını tavizsiz şekilde savunurken, diğer yandan İsrail, Mısır ve Libya gibi kilit aktörlerle diplomatik diyaloğunu güçlendirmeli; GKRY’nin tek taraflı adımlarının etkisini dengelemelidir.
Enerjinin Avrupa’ya taşınmasında Türkiye’nin jeopolitik konumu bir avantaj olarak önümüzde durmakta; enerji merkezi olma hedefi için bu fırsatın değerlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin hem sahada hem masada güçlü olması, aktif diplomasi yürütmesi ve caydırıcılık kapasitesini sürdürmesi, bölgedeki denklemin ülkemiz lehine şekillenmesini mümkün kılacaktır. Bu yaklaşım, yalnızca Türkiye’nin çıkarlarını değil, bölgenin barış ve istikrarını da güçlendirecek tek makul yoldur.
Konuşmamın bu bölümünde nükleer enerjiyle ilgili de düşüncelerimizi paylaşmayı arzu ediyorum. En genel anlamıyla nükleer enerji, atom çekirdeğinde gerçekleşen fisyon veya füzyon reaksiyonları sonucu ortaya çıkan yüksek yoğunluklu enerji olarak tanımlanır. 2025 yılı itibarıyla 31 ülkede 416 reaktör işletmede, 15 ülkede 62 reaktör inşa halindedir. Nükleer enerji, dünya elektrik arzının yaklaşık %10'unu sağlamaktadır. Ülkelerin nükleer enerjiden elektrik üretim oranları Fransa’da %67, Slovakya’da %60, Belçika’da %57, Macaristan’da %47, Güney Kore’de %30 ve ABD’de %18 seviyesindedir. Yeni reaktör inşasında Çin açık ara lider durumdadır (29 reaktör). ABD ise 100 bin MW’a yaklaşan kurulu gücüyle toplam kapasite açısından dünyanın en büyük nükleer ülkesi olmayı sürdürmektedir. Güncel projeksiyonlarda, Küçük Modüler Reaktörler (SMR) ve Dördüncü Nesil reaktörler, nükleer enerjiyi daha güvenli, ekonomik ve çevre ile uyumlu bir noktaya taşımayı amaçlamaktadır. Uluslararası Enerji Ajansı, 2050 karbon nötr hedefleri için nükleer enerjinin küresel elektrik üretimindeki payının %10’dan %18’e yükselmesi gerektiğini belirtmektedir. Türkiye’de nükleer enerjiye yönelik çalışmalar 1955 yılında “Barış için Atom” programı kapsamında başlamış, 1956’da Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu (TAEK) kurulmuştur. 1962’de TR-1 araştırma reaktörünün devreye alınmasıyla nükleer teknolojide deneysel aşama başlamış; 1970’lerde Akkuyu sahası santral için seçilmesine rağmen siyasi ve ekonomik nedenlerle ilerleme sağlanamamıştır. 1990’lar ve 2000’lerde yapılan ihalelerin iptaliyle süreç uzamış, Türkiye 21. yüzyılda somut adımlar atmaya başlamıştır. Türkiye’nin ilk nükleer güç santrali olan Akkuyu NGS, 2010 yılında Türkiye ile Rusya arasında imzalanan devletlerarası anlaşma ile resmileşmiştir.Yap–Sahip Ol–İşlet modeli ile inşa edilen santral, her biri 1200 MW gücünde dört VVER-1200 reaktöründen oluşacak ve toplam kapasitesi 4800 MW olacaktır. 2024 itibarıyla ilk ünitede inşaat ~%85 oranında tamamlanmış olup, 2026’nın ilk çeyreğinde devreye alınması hedeflenmektedir. Akkuyu NGS, tamamlandığında Türkiye'nin elektrik ihtiyacının yaklaşık %10'unu karşılayacaktır. Türkiye, inşa halindeki reaktör kapasitesi bakımından dünya üçüncüsüdür. Çin ve Hindistan’ın ardından gelen Türkiye’nin 4800 MW’lık inşa kapasitesi, Mısır ile aynı seviyededir. Akkuyu’nun ardından Sinop ve İğneada projeleri gündemde olsa da henüz kesin inşaat aşamasına geçilmemiştir. Biildiğimiz kadarıyla Sinop projesi için Japonya’nın çekilmesiyle alternatif ülkelerle, İğneada için Çin ile görüşmeler devam etmektedir.