Men bu yerde yaşalmadımYaşlığıma toyalmadımVatanıma asret oldum,Ey, güzel Kırım...

Bir vesile oldu, yolumuz Kırım'a düştü.  Bir zamanlar "Kırım'dan gelirim, adım da Sinan'dır/Kılıncımın suyu kandır, dumandır" diye muzaffer ordularımızın türküler dillendirdiği Kırım'da Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı ile Sakarya Üniversitesi öncülüğünde 10. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresini yaptık. Kongre bizde kalsın.

Size Kırım'ı anlatayım istedim. Anladım ki Kırım hep yarım kalmış heveslerin adıdır. Ne söylesen eksiktir. Zaferi de, acısı da, hüznü de, azmi de kaleme gelmez... Yarım kalmış cümlelere sığındım ben de...

"Kırım" diyecektim bu yazımda oysa... "1774 Küçük Kaynarca antlaşmasına nasıl imza attığımızı; Kırım'ı hesapsızca Rus Emperyalizmine kurban edişimizi kimler nasıl açıklayabilir bize?" diye soracaktım...

Hansaray'dan söz edecektim... Bir zamanlar Yavuz Sultan Selim'in "Gözümün nuru, Turan'ın Sultanı yiğit Mengli Giray" diye başlayan mektuplarını dinleyen, Topkapı Sarayının küçük kız kardeşi, Puşkin'e o muhteşem şiirini yazdıran "Gözyaşı Çeşmesi"nden hüzün akıtan ve şimdilerden Rus talanının yaralarını sarmaya çalışan Hansaray'dan...

Usul-i Cedid, Tercüman gibi zamanını aşan uygulamaları ile Bahçesaray'dan bütün Turan ülkelerine uyanış ve bağımsızlık ülküsünü aşılayan İsmail Gaspıralı'nın Zincirli Medresenin yanındaki mezarı başında bütün Turan şehitlerine dua etmenin lezzeti dilime gelmişken; yok edilmeye çalışılan medeniyetimizin izlerinin adeta boğazımıza yapıştığı hissiyatından bahsedecektim...

Akyar diyecektim... Akyar ki ata topraklarından Anadolu topraklarına göçün limanıdır. Herkese nasip olmaz bir gemi bulmak, kalmak ise ölümdür: "Kaçar idim men Akyar'dan /Karadeniz bolmasa/Asar idim men özümnü/Anam babam bolmasa" diyen ağıtlara, şehit düşmüş Türk askerlerinin unutulmuşluğa hicranının karıştığı Akyar'dır burası...

Akyar demişken... Bu şehirde Mimar Sinan yadigârı "Cuma Camii'nin Ateizm Müzesi olarak kullanıldığı yılların utancından kimler nasiplenmeli en çok?" diye soracaktım ve burada namaz kılmak için mücadele eden bozkurtların başındaki dostum rahmetli Kemal Çapraz'ı anacaktım dua ile...

Ya Cuma Camiinin avlusundaki birkaç yıl önce dikilmiş ve Numan Çelebi Cihan'a atfedilen o küçük kitabeye ne demeli? Sahi, kimler bilir Numan Çelebi Cihan'ı? Bugün, "Ant etkenmen milletimnin yarasını sarmağa/Nasıl olsun iki kardaş birbirini körmesin?" diye başlayan Kırım Türklerinin milli marşının yazarı; müftü, şair, devlet adamı; 1917'de kurulan Kırım Halk Cumhuriyeti'nin ilk başkanı ve 1918'de Bolşevikler tarafından hunharca katledildikten sonra cesedi parçalara ayrılarak denize atılan mezarsız Numan Çelebi Cihan'ı kimler bilir? Şehit Numan Çelebi Cihanı anlatabilseydim sizlere...

1918-1938 arasındaki hapis-zulüm ve idamlarla bütün Kırım aydınlarının yok edilişinden, bir milletin cismen ve fikren boğuluşundan bahsedebilseydim biraz... Ya 1944 sürgünü? Kırım'dan yaşama hakları ellerinden alınan yüz binlerce Kırım Türkünün 15 dakika içinde evlerini terk ederek hayvan vagonlarında Sibirya ve bilinmeyen topraklara göçmeye zorlanışını? Kim nasıl anlatabilir bunları? Bebeler, yaşlılar, kadınlar herkes sadece Türk oldukları için Kırım denen o güzel vatanı terk ederek binlerce kilometrelik sürgünlere mahkûm edildiler. Muhtemeldir o yıllarda Türkiye'de birleri ellerinde orak-çekiç sallıyorlardı ve birileri de "beni Stalin yarattı" diye ortalıkta dolaşacaktı... Ah, bir de Kırımlıların hikâyesini dinleseydiniz keşke...

Kırım'ın sürgündeki yazarı, Türkiye'ye hiç gelmemesine rağmen eserlerinin tamamını Türkiye Türkçesi ile yazan, ömrünün sonuna kadar sürgünde yaşayıp öldükten sonra ata toprağı Kızıltaş köyünde henüz yapılmayı bekleyen mezarı ile Cengiz Dağcı'dan söz edebilseydim bolca... "Kırım'da kesilen badem ağacının köklerinden mucizevi bir şekilde filizler fışkıracak" diyen; Kırım'ı küçük bir çocuğun, Cengiz Dağcıyı annesinin çağırdığı ad olan Haluk'un gözüyle bize anlatan; Londra'daki Türk Büyükelçiliğince sığınma talebi reddedildiği için Türkiye'ye küskün ölen Cengiz Dağcı'dan söz edebilseydim bolca sizlere... Haluk kimdir ki? Bir tavşan bile değildir. Mezarı başındaki kargalar bile sessizliğe gömülüdür ve dalında bebeler asılan badem ağacı kökünden kesilmiştir...

17 yıl Sibirya zindanlarında yaşayıp açlık grevine giden ve Kırım davasını 1970lerde ve 1980'lerde dünya gündemine taşıyan yüreği dağlar kadar büyük Mustafa Cemil Kırımoğlu'nun hayatını bilenler yaşayan bu efsaneden kısa hatıraları dinleyebilseydi keşke... Mustafa Cemil Kırımoğlu Türkiye'den bozkurtların Kırıma gelip kardeşlerinin yarasına mehlem olacakları günü bekliyor... Ülkücü nefesinin Kırımlıların yarasına değmesi gerek!

Kırım'da yeniden bebeler doğuyor... 1990'larda mart ayının soğuğunda her şeylerini bırakıp Kırım'a gelen ve muşambalar altında hayat mücadelesini veren on binler Kırım'ı yeniden vatan kılıyor. Filizler artık emekliyor. Yarın ayağa da kalkacakla besbelli...

Burada noktayı koyalım... Bir zamanlar Sinan olan adımız şimdilerde Haluk'tur Kırım'da... Zaman elbette kendi hikâyesini yeniden fısıldayacaktır tarihin kulağına, lakin biz o hikâyenin neresinde olacağız?