Bir Ramazan Yazısı: "İslam'ın Krizi"

 

Mübarek Ramazan geldi geçti işte. Ama nasıl? Cahiliye dönemi Araplarının bile kan dökmekten kaçındıkları bu kutsal ayda İslam Dünyası boydan boya kan gölü… Böylesine daha önce şahit olundu mu, bilemiyorum?

Dünya “Müslüman Kanı” bayramı yapıyor sanırsınız. Elinde kimlerin imkânı varsa Müslüman öldürüyor. Mısır’da, Tunus’ta, Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de, Pakistan’da, Filistin’de her yerde… Ama bu Müslümanların bir sahiplenenleri oluyor, gerçek veya sahte de olsa…

İki yerde Müslüman kıyımı var ki Onların Allah’tan başka arka çıkanları, sahiplenenleri yok…  Feryatları arşı kaplasa da bütün insanlık sağır kesilmiş, taş kesilmiş… Bu iki topluluğun Müslüman olmak dışında bir başka büyük günahları vardır: Türk olmak! Birincisi Doğu Türkistan… Çinliler insanın kanını donduracak şiddet ve zulüm ile aklınıza gelmeyecek bir soykırım uyguluyor Doğu Türkistanlılara…  Biz ise her gün evimize yeni bir Çin malı getirmekle geçiriyoruz günlerimizi. İkincisi İse Irak Türkleri… Irak’ta herkesin sırtını dayadığı bir güç vardır. Arapların bir Kısmı İran, bir kısmı diğer Arap Ülkelerinden güç alır. Kürtler başta ABD ve İsrail olmak üzere Türkiye hükümetinden güç alır, destek alır. Ama Irak Türkleri, silahsız, savunmasız olarak cellâtların önüne sürülmüştür. Bazen Arap’tır cellâtları, son zamanlarda ise çoğunluklar Kürt... Feryatlarını duyan yoktur. Türkiye artık Irak Türklüğü diye bir gerçekliğe kulaklarını tıkamış, gözlerini kapamıştır. Barzani’den daha ötesi yoktur bu iktidar için… 

İslamlığın bu zelil hali kanlı olduğu kadar hazin bir hikâyedir. Ve bu hüznün iki yüzü vardır: Birincisi, bir toprakta sürekli olarak kan akıyorsa biliniz ki orası Müslümanların yaşadığı bir diyardır. Bu yüzyıllardan beri böyledir hem de… İkincisi, dünyada herkes Müslüman kanı akıtır, ama en çok ta Müslümanlar Müslüman kanı akıtır. Sonra Hıristiyanlar, sonra Yahudiler, sonra Budistler, sonra Hindular ve sonra bilmem kimler akıtır Müslümanların kanını. Elinden Müslüman kanı damlamayan bir kavim var mıdır, bilemem…

Peki, bu resim içerisinde Türkiye nasıl geçiriyor Ramazanını? 

Birincisi, Başbakanın “iftar konuşmaları” ile. Sanırsınız ki Oruç açmanın şartı Başbakanın konuşmasını dinlemek. Öfke, tahammülsüzlük, sevgisizlik, kibir ile örülmüş bu konuşmalar iftar sofralarının başköşesine kuruluyor her gün. “Biz kardeşiz” derken bile karşısındakine kurşun sıkar gibi bir yüz ifadesi var. Bu hal, Ramazan hali değil ve hayra alamet değil...

Ramazanın ikinci kahramanları ise Amerika başta olmak üzere Hıristiyan ülkelerinde görmeye alıştığımız türden meddah-vaaz arası bir söylem, tiyatral bir eda ile dinden çok menkıbe ve İsrailiyat anlatan televizyon simaları… Bunlarsız bir kanal, bunlarsız bir Ramazan gecemiz yok. Huşu içinde kendimize çekilebileceğimiz; içimize göçebileceğimiz bir iklimimiz de kalmadı zahir. Bunların bir de “doğrudan satışçı”, “reklamcı-alışverişçi” versiyonları var. Televizyon ve radyoları esir alıp elindeki ürünü yemin-billâh karşısındakilere yutturmaya çalışan; arada Allahlı, ayetli, hadisli cümleler kuran tipler… Neredeyse sizin yerinize ibadet edebilecek aletin icat olduğuna, siz uyurken bile sizin yerinize sevap kazanacak Çin malı bu aleti başka hiçbir yerde bu “promosyon” fiyatına bulamayacağınıza sizleri inandırmaya çalışan hokkabazlar... Din, hiçbir devirde ticaretin bu denli ucuz bir ticaret metasına dönüşmemişti… Bunlar, İslamlığın bugünkü “sığ” ruh dünyasının cismanileşmiş hali gibi. Kaba, görgüsüz, ölçüsüz, ilkesiz, nasipsiz…

Bunlara bir de “Müslüm Gürses” ezgilerini andıran “ilahicileri” ekleyin. “Bu memlekette iyi ki hala tekbiri ‘Itri bestesiyle’ dillendirenler var” dedi bir dostum. Müzikten mimariye estetik kaygıları dip yapmış, Necip Fazıl’ın deyimiyle “kaba softa ham yobaz” bir tarz bütün dini alanımızı ele geçiriyor. Nefes alamıyoruz neredeyse…

İçimiz karardı değil mi? Peki “sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek” iken “sponsorlu Ramazan Çadırları” da ne oluyor böyle? Bu çadırlarda, sofralarda “yer kapma” mücadelesine bakınca insan “bize neler olmuş böyle?” demekten kendini alabilir mi? Eyüp Sultan Camii’nin önünde fitre dağıtmak gibi garip bir düşünceye kapılan şahıs, televizyon kanallarından gördüğümüz kadarıyla “etrafını saran kadınlı erkekli, yaşlı başlı” insanlar tarafından neredeyse ezilme-boğulma tehlikesi geçirdi. Ramazan huşusu, o ağırbaşlı Müslüman profili yerlerde sürünse yeridir.

Son bir tespit: Belediye Başkanları terminal, köprü, altgeçit, üstgeçit, nereyi bulursa abuk sabuk bir duyuru ve sırıtkan bir foto eşliğinde karşılıyor bizleri. Sanırsın babalarından kalan miras ile yapıyorlar hizmetlerini. Şimdi de “iftar düzenleme” yarışındalar, aynı sırıtkan fotolar eşliğinde. Baştan sona riya, gösteriş kokan bu sofralar artık açları doyurmuyor; nefisleri doyuruyor. Anlamını tamamen kaybetmiş bu “organizasyonlar” yarın “sandıkta oy olarak” çıkacak başkanların karşısına… Bizde siyaset bu düzeyin üzerine çıkamaz… Allahım, aklıma ve vicdanıma mukayyet ol…

Şimdi… Yukarıdaki birkaç sıradan ve günübirlik tespite bakınca “İslam’ın Krizi” ne anlama geliyor aşikâr oldu değil mi? Ama bu ifade şahsıma ait değil… İyi bir müsteşrik olan Bernard Lewis’in bir kitabının adı.  Biz elbette İslam dünyasına bu pencereden bakmayız. Ama bir öz eleştiri ve nedensellik inşa edeceksek, kendimizi acıtacak tespitleri bu türden müsteşrikler değil, bizzat kendimiz yapmalıyız.

Bu nedenle, benzeri bir ifadeyi rahmetli Nurettin Topçu da kullanır: “İslamiyet artık ölü bir dindir” der. “Özünü kaybetmiş, tamamen şekilsi bir donukluğa mahkûm ölü bir din…” B. Lewis “İslamın Krizinden” Batı için sonuçlar çıkarır, N. Topçu ise Doğu için… Birincisi bu tespitten biraz da keyif alır, diğeri ise hüzünlenir, hayıflanır. Ama sonuç değişmez. 17. Yüzyıldan buyana İslam dünyası karanlığa doğru hızla koşuyor ve kendinden uzaklaşıyor… Buna nasıl dur diyeceğimizi de bilemiyoruz…