Son yıllarda tarihi yapılarımızın yangınlar nedeniyle teker teker yok olmalarının tek suçlusu olarak kamuoyuyla paylaşılan neden, sanki hiçbir ihmal yokmuşçasına, elektrik kontağı oluyor.

Bizler de bir sonraki felakette, hangi kültür varlığımız elektrik kontağı sonucu yanacak diye sadece endişeyle elimiz kolumuz bağlı beklemek zorunda kalıyoruz. Durum böyle olunca da yapılarımıza dair acaba yeterli önlemler alınmıyor mu sorusu akıllara geliyor ve maalesef yangınlara dair tek suçlu elektrik kontağı olduğu sürece, yangınların devam edecek olması da kaçınılmaz bir sonuç oluyor.

Tarihi binalarda restorasyon esnasında ya da restorasyon çalışmalarının ardından yangınların çıkması, gerekli denetimlerin yapılmamasının, uzmanlık gerektiren restorasyon işinin niteliksiz ellerde yapılmasının yani taşeronlaşmanın sonucudur. Tarihi yapılarımızda yangınları önlemek adına herhangi bir hazırlık yapılmadığı da böylelikle anlaşılmaktadır. Tarihi binalarımızdaki restorasyon projelerinde yetkili kurumlar sadece mimari açıdan incelemeler yapmaktadır. Elektrik kontağından kaynaklanan yangınların artması da bize göstermektedir ki, yapılarda kullanılacak malzemelerde de yönlendirmelerin yapılması gerekliliği söz konusudur. İlgili koruma kurulları sadece mimari müdahale yöntemleriyle ilgilenmemeli, bünyelerinde istihdam edecekleri uzmanlar eliyle malzeme standardizasyonu, malzemelerin özgünlüğü gibi konularda da söz sahibi olmalı ve bağlayıcı kararlar almalıdır. Tabii ki elektrik kontağından tekil binalar da zarar görüyor, sadece tarihi binalarımız değil. Ama fonksiyonları değiştirilerek kullanım yoğunluğu arttırılan binalarda mutlaka daha özenli davranılması gerekmektedir.

Günümüzde teknolojiye artan bağımlılık ve gereksinmelerin fazlalığıyla birlikte binalarımızın teknolojik açıdan çok daha ciddi bir elektrik yüküyle karşı karşıya oldukları da kaçınılmazdır. Bu noktada önemli olan, gereksinimleri karşılarken gerekli tedbirlerin en üst seviyede alınmasıyla işlemlerin yapılmasıdır. Binaya teknolojiyi getirirken, mühendisliğin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Yukarıda da değindiğim gibi, ilgili koruma kurullarının bu konuda birikime ve uzman gözüne ihtiyaçları vardır. Örneğin mimari ve taşıyıcı sistemlere dair verilen kararlar gibi makina ve elektrik tesisatlarına dair de kararlar verilebilmesi adına konunun uzmanlarından yönlendirici raporlar alınabilir. Uygulaması yapılacak projelerde bir standardizasyonun oluşturulması gerekmektedir. Bir standardın olmaması, sistemde büyük bir aksaklık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle de hem TSE standartlarının göz önünde bulundurulması, hem de KUDEB ve ilgili koruma kurullarının örgütlenmelerinde ruhsat ve iskân aşamalarında konunun uzmanlarının denetleyici olması gerekiyor. Sorun kocaman bir problem yumağı olarak gözümüzün önünde çözülmek için bekliyor aslında. Kaybedilenlerin ardından daha fazla bekletilemez, ötelenemez bir sorun vasfını da kazanmış olarak hem de. Çözüm dışarıdan bakıldığında karmaşık olmakla birlikte aslında çok kolaylıkla nihayete erdirilebilecek niteliktedir. Sadece ilgili yasal mevzuata eklenecek, konuya ilişkin birkaç madde ile tarihimizin, kültürel varlıklarımızın küçük bir ihmal ya da tedbirsizlik nedeniyle yitip gitmesinin önüne geçilebilecektir.

Tarihi binaların yakılarak ya da yanarak, yerlerine yeni yapıların yapılması aslında eskiye dayanan bir hadisedir. Birçok tarihi bina geçmişte ve günümüzde yeni yapıların yapılabilmesi adına yanmış ve halen de yanmaktadır. İstanbul’da yıllar boyunca yangınlar önemli yapılarımızı alıp götürmüştür. Yani İstanbul aslında büyük yangınlara çok da yabancı değildir. Ama artık zamanımızın yangınları şehirlerimizin hızla betonlaşması ile çok büyük ölçeğe yayılmamaktadır. Kayıplar büyük ölçekte olmamasına rağmen halen eski ahşap ağırlıklı binaların yanmasının önüne geçilemediği gibi, yerlerine yapılanların da eskisi ile maalesef hiçbir alakası olmamaktadır. Günümüzde de büyük yangınlardan bize kalabilen tarihi yapılarımızın kıymetini bilemeyen bir anlayışla teker teker yok olmalarına seyirci kalıyoruz. Özgün yapısını koruyabilmiş o kadar az yapı kaldı ki bizlere, artık bu yapıları insan kullanımından kaynaklanan tüm felaketlerden korumaya başlamamızın son dönemecindeyiz. Tıpkı depremi odağına alarak başlatılan “kentsel dönüşüm” hareketi gibi, tarihi binalarımız için de benzer bir elden geçirme çalışmasının mutlak surette yapılmasının zamanı gelmiş ve hatta geçmektedir. Tabii bu arada tarihi binalarımızın tek düşmanının yangın olduğu yanılgısına da düşmememiz lazım. Yangının yanı sıra artık kentlerimizin üstünde kol gezen rant, yanlış yapılan restorasyon uygulamaları ve kentsel dönüşüm adı altında yapılan yenileme çalışmalarının da belirli kuralların içerisinde gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Yukarıda da belirttiğim gibi tarihi binalarımızı yangınlar nedeniyle kaybetme durumumuz son birkaç sene içerisinde gözle görülür şekilde artış göstermiştir. Kamunun kullanımındaki binalarımız da büyük ihmaller nedeniyle yangınlarda kullanılamaz hale gelen yapılarla aynı kaderi paylaşmaya başlamıştır. 2010 yılının sonlarında Tarihi Haydarpaşa Garı’nın restorasyon çalışmaları esnasında çatısında başlayan yangının da yine elektrik kontağı nedeniyle çıktığı söylenmişti. Yangın sonrasında, yetkililerce garın hızla restore edileceği söylenmişse de günümüze kadar restorasyon için herhangi bir çalışma görülmediği gibi, Haydarpaşa Garı ve çevresi için düşünülmekte olan kullanımı değiştiren ve yoğunluğu arttıran projenin Belediye ve ilgili koruma kurullarınca onaylanmış olduğu gerçeğiyle de karşı karşıyayız. 2011 yılı içerisinde iki önemli yapıda daha yine elektrik kontağından kaynaklanan yangınların çıkmıştır. Yılın başlarında önce Mimar Sinan'ın bir eseri olan Tarihi Kılıç Ali Paşa Camii'nin restorasyonu sırasında çatısında yangın çıkmış, bu yangından sadece 8 gün sonra da Beyazıt Camii'nin avlusundaki tamamen ahşaptan yapılmış Hünkâr Kasrı'nda yangın çıkmış ve binanın üst katı maalesef kullanılamaz hale gelmiştir. Yine 2012 yılının son ayı içerisinde önce Kapalı Çarşı’nın Örücüler Kapısı’nda, 2 gün sonra da İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün kullandığı 147 yıllık tarihi binasında yangın çıkmıştır. Tüm bu gerçekleşen yangın olaylarıyla birlikte kamuoyunda tarihi yapıların yangınlarla tahrip olmasının ardından ortaya atılan komplo teorilerinin ve güvensizliğin belki de en önemli nedeni olarak da ilk göze çarpan olayın, günümüzde otel inşaatının hızla devam ettiği ve Ortaköy sahilinde yer alan bölgede çıkmış olduğunu görüyoruz. 2002 yılında yine elektrik kontağından çıktığı söylenen yangınla kullanılamaz hale gelen eski adı ve kullanımıyla Gaziosmanpaşa İlköğretim Okulu’nun, yangının ardından kamuoyuna yetkili ağızlarca verilen beyanatlarda yeniden aynı kullanım kapsamında yapılacağı ve okul olarak işlevini sürdüreceği söylenmiştir. Ancak gelinen noktada durum maalesef hiç de söylendiği gibi değildir, aksine otel inşaatı hız kesmeden devam etmektedir.

Bu yazıyı kaleme almamın esas nedeni ise, asıl adı İbrahim Tevfik Efendi Sarayı olan ve 1992 yılından bu yana Galatasaray Üniversitesi‘ne ev sahipliği yapan 142 yıllık tarihi binanın, 22 Ocak günü çıkan yangınla büyük oranda yanmış olmasıdır. Kamuoyunun yeniden gündemine bu yangınla birlikte gelen tarihi binalarımızın ne denli korunaklı olduğu sorusunun en hararetli şekilde tartışıldığı esnada ise yangın üzerinden çok değil sadece üç günün geçmesinin ardından, Karaköy‘de 1766 yılında III. Mustafa zamanında saray camisi olarak yaptırılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camisi’nde çıkan yangında şadırvan, tuvalet, kütüphane ve sübyan mektebi tamamen yanmıştır.

Galatasaray Üniversitesi’nde çıkan yangının ardından su yüzüne çıkan gerçekler ve kamuoyuna sunulan gerekçeler aslında kültürel varlıklarımızın, tarihi binalarımızın ne denli kendi kaderlerine terk edildiklerinin bir diğer acı göstergesi olmuştur. Örneğin kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, İstanbul İtfaiye Daire Başkanlığı tarafından geçen sene içerisinde yangına müdahale senaryosunu da içeren bir rapor hazırlanmıştır. Rapora göre üniversite binasının yangın yönünden çokça eksikleri vardır. Raporun sonuç bölümünde de yangının çıktığı üniversite binasının, yangın güvenlik önlemleri yönetmeliğine, ulusal ve uluslararası standartlara tam olarak uygun görülmediği açıkça belirtilmiştir. Buna rağmen üniversite binasının yangına karşı savunmasız kaldığı acı bir deneyimle ve çok sayıda maddi ve paha biçilemez dokümanın kaybıyla öğrenilmiştir.

Aslında tüm bu ihmaller ve elektrik kontakları nedeniyle çıkan yangınlara yönelik olarak 9 Eylül 2009 tarihinde değiştirilerek yürürlüğe giren “Binaların Yangından Korunması Hakkında Yönetmelik”in amacı; “kamu ve özel kurum ve kuruluşlar ile gerçek kişilerce kullanılan her türlü yapı, bina, tesis ve işletmelerin, tasarımı, yapımı, işletimi, bakımı ve kullanımı aşamalarında, herhangi bir şekilde çıkan yangının, can ve mal kaybını en aza indirerek söndürülmesini sağlayacak yangın öncesinde ve sırasında alınacak tedbirler ile organizasyon, eğitim ve denetimi sağlamaktır” şeklinde açıklanmakta ve yönetmelik içerisinde konuyla ilgili sorumlular teker teker sıralanmaktadır. Aynı zamanda yönetmelik, yangın öncesinde alınacak tedbirler arasında eğitimi ve denetimi şart koşmakta, yönetmeliğin uygulanmasından ve çıkacak yangından sırası ile yapı ruhsatı vermeye yetkili idare, yapı sahibi, tasarımda, uygulamada ve denetimde yer alan mimarlar, mühendisler, proje kontrol, yapı denetimi ve işletme yetkilileri sorumlu tutulmaktadır. Ayrıca yönetmeliğin uygulamaya yönelik olan 4. maddesinde “… “Korunması Gerekli Kültür Varlığı" olarak tescil edilen binalarda, yangın güvenliği ile ilgili yapılacak tesisatlar için "Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu"nun görüşü alınır ve yapının özelliğini etkilemeyecek biçimde, algılama, uyarı ve/veya söndürme sistemleri yapılır. Bu Yönetmelikte tanımlanmamış açıklık gereken hususlarda Türk Standartları Enstitüsü (TSE) ve Avrupa Normları (EN) standartları esas alınır. Bu Yönetmelikte belirtilen koşulların ihlal edildiği belirlenen yapılara tamamen veya kısmen kullanım izni verilmez…” ifadeleri açıkça yer almaktadır. Sırf bu maddeye bile dayanılarak birçok binanın kullanım dışı kalması söz konusu olabilir.

Tüm bunlara rağmen görülüyor ki Galatasaray Üniversitesi kamuoyuna da yansıyanlara bakıldığında, ne yazık ki ihmal ve tedbirsizlik nedeniyle büyük boyutlarda tahrip olmuştur. İtfaiyenin geç kaldığına ve çatının yandığının fark edilememesine dair iddialar ve aksaklıklar nedeniyle hem bina, hem de içerisindeki paha biçilemez eserler ve bilgi birikimi maalesef kül olmuştur. Oysaki binada bu denli büyük önem arz eden, eğitim gibi bir kullanımın bulunması binada çok daha kapsamlı şekilde tedbirlerin alınmasını gerekli kılmaktadır. Konuya bu şekilde yaklaşıldığında yangının akşam saatlerinde çıkması, yoğun olarak kullanılan binada herhangi bir can kaybının yaşanmamış olması da büyük bir şanstır. İdari personelin, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin yoğun olarak kullandığı binanın çok daha ciddi şekilde elden geçirilmiş olması gerekmekteydi aslında. Bu şekilde eğitim, sağlık, turizm gibi yoğun kullanımların olduğu tarihi binaların, çok daha ciddi ve profesyonel kadrolarca gözden geçirilmesi gerektiği konusu artık üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir husus olarak tekrar karşımıza gelmiştir. Tedbirlerin bu denli yoğun kullanıma sahip olan tarihi binalarımız başta olmak üzere ivedilikle alınması, tüm yapıların gerekirse yeniden elden geçirilmeleri, onarımlarının en baştan yapılması gerekmektedir.

Galatasaray Üniversitesi yangının ardından, ilgili uzmanların kamuoyunda çıkan beyanlarına baktığımızda, aslında bu denli büyük bir hasarın oluşmasının önüne geçilebileceğini anlıyoruz. Örneğin, binada bulunan elektrik kablolarının çelik borular içerisinden geçirilmesi, alevi hapsedebilen nitelikte bir boyanın kullanılması, çatı katında detektörlerin kullanılması, otomatik söndürme sisteminin olması ya da en basitinden yangına karşı dayanıklı kolay tutuşmayan kabloların kullanımı yangının çıkmasını bile engelleyebilecek önlemler. Yine yangının ardından kamuoyunda konuya ilişkin söz hakkı bulabilen uzmanların söylediğine göre, son 20 yılda 75 tarihi eser niteliğindeki yapımızın yandığı ortaya çıkmıştır. Özellikle de İstanbul Boğazı kıyısındaki 4 ayrı yapının, yandıktan sonra turizm amacıyla kullanılmaya başlanmış olmaları da daha önce de değindiğim gibi yangınlar hakkındaki komplo teorilerini maalesef destekler nitelikte ve kamuoyunda büyük soru işaretleri oluşturan açıklamalardır. İstanbul’da eğitim-öğretimi devam eden bir vakıf üniversitesinin öğretim görevlilerinin hazırlamış olduğu rapora göre de İstanbul’da günümüz itibariyle ne yazık ki 52 adet tarihi binamız büyük risk altında bulunmaktadır. Risk altındaki binaların içerisinde sosyal, eğitim ve ticari amaçlı kullanılan tesislerin de yer alması tehlikenin bir kat daha artması anlamına gelmektedir. Çalışmanın en çarpıcı sonuçlarından birine göre, büyük risk altındaki binaların bazılarında sesli yangın alarm sistemi dâhil olmak üzere herhangi bir uyarı sistemi bile yer almamaktadır. Bu denli büyük bir ihmal bile aslında tehlikenin boyutlarını açık şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca kentimizde tüm bu vahim olaylar yaşanırken de İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ve ilçe belediyelerinin yetkililerinin konuya ilişkin herhangi bir değerlendirme yapmaması, hiçbir beyanatta bulunmaması da ayrıca üzücü bir durumdur.

Tarihsel mirasımız ile ilgili olarak bize düşen başlıca görev, tüm bu binaları koruyarak geleceğe aktarabilmektir. Söz konusu tarihi binalar tabii ki kullanılacaktır, çoğu kez de ihtiyaçlar doğrultusunda yeni işlevler kazandırılarak. Ancak binaların yangına ve benzeri insan kaynaklı felaketlere karşı sahip olunan tüm teknolojik olanaklarla güvenli ve akıllı binalar haline getirilmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde, mirasımızın teker teker yok olmasına seyirci kalmaya devam edeceğiz.