Son sözü baştan söyleyeyim. Ülkücülük vehim ile değil; zamanı aşacak iddialarla, heveslerle özdeşleşmelidir. Günlük siyasetin getirdiği sorunlar sorundur ama daha fazlası değildir.

Kişiler ve günübirlik olaylar üzerinde yapılan hiçbir tartışma Ülkücülüğün esası olamaz. Ülkücüler sistemler düzeyinde tartışırlar. Duyarlılıklarını, zihinsel zindeliklerini günübirlik olaylar ve kişisel tavırlar ile heba etmeye hakları yoktur... Günübirlik konuşmalar "ülkücülük" sıfatını kimseye daha fazla hak ettirmez.

Ülkücüleri yazılı-görsel ve sosyal medyada yakından takip etmeye çalışıyorum. Burada bir şeyi gözlemlemek mümkün: Ülkücülerin dili giderek heva ve heveslerden ziyade korku ve vehimlere doğru kayıyor. Bu tabii bir hal midir? Değilse neden böyledir?

Korku her organizmanın temel dürtülerindendir ve hayatta kalmanın ön şartıdır. Ama bunu "vehim" düzeyine taşıdığınızda artık korkular ayak bağına, ölüm fermanına dönüşür. Organizmalar sürekli korku hali üzere yaşayamaz. Bir noktadan sonra reflekslerini kaybeder ve duyarsızlaşırlar. Duyarsızlık ülkünün tükenişine tekabül eder. Aidiyetimizin, kimliğimizin gerektirdiği pratiklere hayat veremiyorsak kendimize atfettiğimizin sıfatların fazla ehemmiyeti kalmaz. Biz o zaman günübirlik uğraşılarla "oyunda oynaştayız" demektir...

Ne mi diyorum? Ülkücüler nazizme-faşizme meydan okurken, komünizme isyan ederken, Siyonizm, kapitalizm ve her türlü emperyalizme karşı olduklarını beyan ederken sadece bu karşıtlığı ilan ile yetinmiyorlardı. Yanına bunların yerine neleri koymak istediklerini, nasıl bir dünya tasavvur ettiklerini, Türk milleti, İslam ümmeti ve bir bütün insanlık ailesi için neler vaat ettiklerini de yüksek sesle beyan ediyorlardı. Hayat pratiklerini de bu beyanı merkeze alarak gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Turan, Nizam-İ Alem, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi diyorlardı. Peşine düştükleri heves neyi talep ediyorsa cansa can, kalemse kalem, maddeyse madde vermeyi borç biliyorlardı. Emperyalizme karşı "insanı yaşat ki devlet yaşasın; yaşa-yaşat" diyorlardı ve elbette hala diyorlar. Diyorlar da bu deyişlerde "çare-öneri" kısmı sönükleşirken korku-vehim kısmı belirginleşiyor. Gidiş hoş değil... Niye mi?

Şimdilerde tuhaf bir "ulusalcı refleks" ile kuşatıldık. Her köşe başında vehim üretiliyor. Tapınak Şövalyeleri, Güney Kıbrıs, Ermenistan, bilmem hangi cemaat sonumuzu getirecek! Toplumda karşılığı olmayan bir kesim, gerilim üreterek hak etmediği imtiyazlar elde etmenin peşinde... Bölücülere küfrederek sorunu çözeceğimiz, Arapları aşağılayarak milli duygularımızı kabartacağımız, Rumlara bağırarak keyifleneceğimiz bir iklime itiliyoruz. Bu mevzular bize "varlık sebebimizi" unutturacak, kendi ülkülerimizi yüksek sesle haykırmaktan caydıracak insicam ve ehemmiyette asla olamazlar. Hepsi Ülkücü düşünce sistemi karşısında kısa boylu kalmaya mahkûmdurlar. Tarihselliğimiz bunu haykırıyor.

Ülkücüler sadece milletin varlığına yönelik tehditler belirginleştiğinde toplumun hafızasında olumlulanıyorsa bu bizim eksiğimizdir. Biz toplumun normaliyiz, aklıyız, heyecanıyız, ruhuyuz, gönlüyüz, sığındığı limanız... Milletin atılım yapacağı güç bizdedir, hüznünü paylaşacağı omuz bizimkisidir, sevincinde sarılacağı boyun biziz biz!

Kaldı ki bir milletin ülkücüleri o milletin en yüksek arzularını dile getirmekle mükelleftirler. Tehditleri dile getirmek görece kolaydır. Yüksek idealleri milletin toplumsal hafıza ve bilincine zerk etmek ülkücülerin esas görevidir. Mesele, ülkülerde birleşebilmektir.

Velhasıl, ülkücülerin tartışma ve çözümleme ölçeği en azından türkülerimizin coğrafyasına ulaşmalıdır. Farkında olmadan her gün mırıldandığımız türkülerin bir yanı Selanik, Prizren diğer yanı Kırım, Azerbaycan, Kerkük'tür... Bizim nefesimiz bundan aşağısını kabul etmez, kaldı ki bu bile yetmez!