Bu yazının gayesi, bir hakkı teslim etmektir. Türkiye'nin sadece Türkiye olmadığını, bütün Türk dünyasının gözbebeği ve vatanı olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Bir de tersinden bakmak lazım elbette. Türkiye'nin manevi hudutları kıtaları aşıyor. Bu yüzden Diyarbakır biraz Kerkük, biraz Bağdat ve hatta Basra'dır... Basra'dan kıvrıl Batı'ya Hicaz'dır, Kudüs'tür, Mısırdır, Trablugarp'tır...

İstanbul, Saraybosna'nın ablasıdır; Üsküp Bursa'nın,  Prizren Edirne'nin kız kardeşi... Selanik, Manastır, Ohri, Mostar ve niceleri hasretin soldurduğu lalelerdir. Tunaboyları "bir sinsi firak" ile yorgun, kan taşımaktan utançlı, kir taşıyorlar şimdilerde Karadeniz'e ve bu yüzdendir belki, Boğaz eski maviliğine hasret...

Erzurum'dan çıkarken Tebriz kapı'dan geçersin, yönünü dönderdiğin yer bir bütün Horasan'dır, Türkistan'dır, Delhi'dir... Selçukludur, Sefevidir, Babürdür...

Sinop'tan yüzünü Kuzeye çevirdiğinde Karadeniz diye bir "soğuk su" değildir gördüğün, Türk tarihinin en müstesna destanlarının yazıldığı uçsuz bucaksız otlaklar, yaylaklar, kışlaklar da gelmesin hatırına... Bir büyük tufan gibi düşsün gönlüne, Kazan'dan Baykal'dan "Altay'ın altın tahtına" konan muhteşem Türk ...

Rize Artvin dendiğinde aklında Batum olsun ama yolun başlangıcıdır burası Tiflis üzerinden kıvrıl Gence'ye doğru vur kendini Bakü'ye gölgen vursun Hazar'a...  İster Karabağ diye vahlan ister Erivan...

Tadını mı kaçırdım romantizmin? Hadi süslendirelim meramımızı, kutsal bilimsellik adına iki kavram atalım ortaya: Jeo-Politik ve Jeo-Strateji... Buralarla bizim ne işimiz olabilir diyenlere İran gemilerinin Suveyş'ten geçişinin; daha 2009'da İsrail'in Gürcistan'ı Rusya'ya karşı sahiplenişinin manasını sorayım en kestirmeden. İngiliz, ABD, Alman, Fransız demedim dikkat ederseniz, İsrail ve İran dedim sade... İşin özü budur ki siz ne düşünürseniz düşünün bu en kaba fırçalarla tasvir ettiğim iklimde yaprak kımıldasa Türkiye'de bir karşılığı vardır, herkes hesabını buna göre yapıyor işte... Türkiye'nin de "bana ne?" demeye hakkı yok!

Şimdi sıra hakkı teslim etmeye geldi. Uzun bir liste yapabilirim ama Turan'dan bakılınca Türkiye'nin ne anlama geldiğini anlamak için üç örnekle yetineyim..

Gözünüzü kapayın ve hayal edin şimdi. Azerbaycan, Gence'desiniz. Başınızda binbir türlü bela var, Rus'u, Ermeni'si, İngiliz'i var. Balkan işgalinde Edirne yollarına vuruyorsunuz kendinizi, yardım topluyorsunuz savaşta yetim kalan çocuklar için, henüz terlemeye durmuş bıyıklarınıza aldırmadan. 1910'lu yılların sonunda gencecik bir yüreksiniz. İstanbul, yani Türklüğün ve İslamlığın payitahtı İngilizlerce İşgal edilmiş. Ağıt yakar gibi şiir yazıyorsunuz:

"Ben, sevdiğim mermer sineli yârin

Duydum ki koynunca yabancı el var

Bakıp ufuklara tozlu yollara

Ağlıyormuş mavi gözler, İstanbul..." 

***

Duruşunuzu bozmayın... 1920'lerdeyiz. Esaretle hürriyet arasında gidip geliyor Türkün talihi. Bir yandan İstanbul'da Yakup Kadri'nin anlatımıyla "Sodom Gomoreyi" yaşayan ve Türklüğü ve İslamlığını İngiliz-Fransız hayranlığının gayyasında kaybetmiş ucubeler var, kollarına atılacakları ecnebi subayları avlamakla meşguller... Diğer yanda Kazakistan'da "Alıstaki Bavırıma-Uzaktaki Kardeşime" feryadı ile yüzlerce yıllık ayrılığın acı gözyaşlarıyla kaleme sarılan deli dolu bir yürek var... Kendi kaderini binlerce kilometre ötedeki kardeşlerinin kaderiyle birleştirip yanık bir isyana dönüştürüyor:

Uzakta ağır azap çeken kardeşim

Kurumuş lale gibi çöken kardeşim

Etrafını sarmış düşman ortasında

Göl kılıp gözyaşını döken kardeşim

...

Kardeşim sen o yanda, ben bu yanda

Kaygıdan kan yutuyoruz. Bizim adımıza

Yaraşır mı kul olup durmak. Gel gidelim

Altay'a, ata mirası altın tahta...

***

Şimdi bir de Sakarya'da düşmanı önüne katıp sürükleyen bir Ordu'nun haberini kulağınız kirişte, Taşkent'te yani Özbekistan'da öğrendiğinizi düşünün.  Yazdığınız onca yazı, ettiğiniz onca dua nihayet kabul görmüştür ve Türkün Balkanlar, Ortadoğu, Kırım ve Türkistan'a kadar olan bütün medeniyet ikliminden hep yaslı haberler gelirken birden Anadolu yaylasından Bozkurtça haykırışların duyulduğunu tahayyül edin. Bu beklenen Tufandır işte... Siz olsanız kaleme sarılmaz mısınız?

...

Bilmezler ki, katar katar şehirler,
Bağırları ekmek dolu topraklar,
Ateş içinde... Bunun için ölümü
Hiçe sayarak canı ateşe attınız;
Canı; kana, oka, ateşe bıraktınız,
Ey İnönü, ey Sakarya, ey İstiklâl Erleri,
Yürü, mazlumlar tufanının öç alıcı selleri!

***

Yukarıda alıntı yaptığım birinci şair Azerbaycanlı  Ahmed Cavad'dır. Biz onu daha çok "Çırpınırdı Karadeniz" ile biliriz veya bilmeyiz... Hayatı baştan sona bir ülkücünün destanıdır. 1930'larda Stalin katilinin emriyle kurşuna dizilerek şehit edildi...

İkinci sözünü ettiğim şair Mağcan Cumabay'dır. Kazakistanlıdır. Başı kısa hayatınca hiç dertten kurtulmamıştır. Gorki'nin devreye girmesiyle ölümü ötelense de Stalin kasabının hiçbir vatanperver Türk aydını için değişmeyen hükmü burada da işlemiştir: 1930'ların sonunda kurşuna dizilerek şehit edildi...

Sonuncu şairimiz, büyük âlim ve Özbekistan Cedidcilik hareketinin öncülerinden Abdülkerim Çolpan'dır. Biz O'nu daha çok "Güzel Türkistan Sana Ne Oldu" şiiriyle biliriz veya bilmeyiz... Ömrü bir bütün Türkistan ve Türklük dünyası için mücadele ederek geçti. Sanırsın Akif'in ikiz kardeşidir kimi şiirlerinde... Sonu mu? Aynı... 1930'ların sonunda kurşuna dizilerek şehit edildi. 

Peki bu şehitler, Türkün hürriyet ateşini kanlarıyla alazlandıran bu şehitler anılmayı, dualarımıza katılmayı, Fatihalarımızdan nasiplenmeyi hak etmiyor mu? "Gelsin Fatihalar, Yasinler..."

***

Öz söz... Türkiye sadece Türkiye değildir işte, nüvesidir Turanın... Adına ister romantizm, ister pan-Turkizm, ister jeo-politika deyin değişmeyecek tek gerçeklik budur ve biz de tam bunun için Türk İslam Ülkücüsüyüz...