Hiçbir ön hazırlığım yok. Kafamdaki savruk bilgi kümeleri ile yetineceğim. Bu kadarı bile "bu İslamcı kardeşler bir ömür içinde nerelerden nerelere uzanmışlar böyle?" diye hayrete düşürmeye yetiyor. Sahi bir ömür içinde nereleri, hangi limanları dolaşmış İslamcılar ve vardıkları yer neresi?

Çok da gerilere gitmeyeceğim, lüzum yok. 1960'lardan günümüze İslamcıların şaşkınlık ve savrukluk içerisinde yaşadıkları eksen kaymalarının özetini yapacağım. Kendi mecralarını bu denli hızlı terk edebilme huylarının siyasi-psikolojik çözümlemesi ayrı bir husustur. Bunu en başta kendilerinin sorgulaması gerekir.

Herhalde İslamcıların siyasal tavırlarında en belirleyici memba Mısır'dır diyebiliriz. Hasan El Benna önderliğindeki İhvan-i Müslimin  hareketi hemen bütün İslam coğrafyasında ama özellikle Arap topraklarında bir şekilde karşılık buldu. İhvan-i Müslimin düşe kalka, yasaklana-örgütlene bugünlere geldi ve Mısır'ın Cumhurbaşkanlığını kazanacak halk desteğini 2012 yılında elde etti. Türkiye'de her devirde gözünü Mısır'a diken bir İslamcı kesim olmuştur.

Aynı kesim bir dönem "Suudi Arabistan'ı dahi hilafetin temsilcisi" makamına çıkarmaktan da geri durmamıştır. Özellikle Milli Görüş hareketinin Suudi Arabistan ile ilişkileri genelde olumlu olmuştur. Bunlara dönem dönem Katar, Kuvey dahi katılmıştır.

Mısır-S.Arabistan derken en traj-i komik noktayı ise Kaddafi'nin Libya'sı oluşturur. 1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında Türkiye'ye verdiği destek ile sempatisi tavan yapan Kaddafi yazdığı "Yeşil Kitap: İslam Sosyalizmi" adlı eseriyle Kapitalizmi ve Sosyalizmi eleştirirken İslami bir Sosyalizm öneriyordu. Bu öneri sadece İslamcıların değil bizim romantik solcu Ecevit'in de takdirini kazanmıştı. O dönem Yeşil Kitabı (3 Cilt olması Marks'ın Das Capital'ine nazire midir bilemem?) okumayan "entelektüelden" sayılmazdı. En azından adını bilmek ve "okumuş gibi görünmek" gerekirdi zira bu kadarı Türkiye'de "entelektüel" olmak için yeterli olmuştur hep. Gel zaman git zaman Yeşil Kitap ile büyümüş Milli Görüş meftunu bir şahsın 2000'li yıllarda Türkiye'de tek başına iktidar olacağı tutar. Ve Tayyip Erdoğan Başbakanlığındaki Türkiye Hükümeti NATO'nun İzmir'e karargâh kurmasına izin verir ve Kaddafi vurulur ve Kaddafi yargılanmasına dahi fırsat verilmeden kalabalıkların vahşetine terk edilir ve Kaddafi linç edilerek öldürülür. Kaddafi'yi tekrarlamam boşuna değil. Şarkta "helvadan put yapıp acıkınca yemek" geleneği son bulmadı diyorum! 

1979 ise İhvan-Suudi Arabistan-Kaddafi savrukluğundaki İslamcılar, "Saltanatı ve illa da Hilafeti lağv etti diye bir türlü Ankara'ya ısınamayan ehl-i Sünnet İslamcıları, birden yönlerini Şia devriminin yönetime el koyduğu İran'a dönderdiler. Daha önce "İslam-i dairede bir türlü yer veremedikleri bir Şia Ayetullah'ına, Humeyni'ye meftun oldular. Bu bizim gibi dünyayı Türkçe okuyanların anlayacakları bir şey değildi. Zira Türk Milliyetçileri fikri kurgulamalarını mezhep üzerinden yapmadılar. Türkleşmek-İslamlaşmak derken Türk-İslam Dünyasında mezhep esaslı bölünmelere asla taraf olmadılar. Ama Türkiye'de Milli Görüş eksenli İslamcılık her daim "ehl-i Sünnet" vurgulamasını yapmış ve İran ile arasına İslami yorumlama bakımından dağlar kadar mesafe koymuştu. İşte o İslamcılar, yanlarına türev mahiyetindeki akımları da alarak birden Batıya karşı İslami başkaldırının kalesi olarak İran'ı görmeye ve yönlerini Tahran'a döndürmeye başladılar. İran'ın Türkiye üzerindeki toplumsal-siyasi etkisi bu dönemde zirve yapmıştır. İran menşeli kitaplar baştanbaşa yeni bir İslami anlayış inşasının temelini oluşturmuştur. Dinin yorumlanış biçimi, sünnetin ve dini kurumların mahiyeti, devletin mevcudiyeti de bu sorgulamalardan payını almıştır. Ama İran İslamı'nın Fars kavmiyetçiliğinin perdesi olduğu giderek daha aşikâr olup ta İslamcılar Özal ile birlikte "sermayeye kavuştukça" "daha dünyevi" yorumlar giderek ağır bastı ve 1990'lardan itibaren İrancılık ivme kaybetmeye başladı. Aynı dönemde Afganistan'ın Sovyetler tarafından işgali de İslamcılar için "mücahit ruhun" diri tutulmasında elbette yardımcı olmuştur. Fakat bugün o dönemin İrancı mücahitleri İran'a sırt dönerek Batı ile işbirliği halindedir. Bugün Afganistan'a bombaları Sovyetler değil de NATO-ABD yağdırmaktadır ve İslamcıların gıkı bile çıkmamaktadır. Helvadan putun sonu gelmiştir. Mücahitlikten müteahhitliğe geçiş hız kazanmıştır. İslami cemaatler bu dönemde hızlı bir "holdingleşme" sürecine girmişlerdir.

Araya Mevdudi merkezli Hindistan-Pakistan hikâyelerini de serpiştirmek mümkündür elbet. Lakin Arap-İran-Hint topraklarına uzanan bu arayışın nihayetlendiği yer çok çarpıcıdır. Arap-İran-Hint İslam yorumları birçok açıdan çeşitlilik gösterir ama ortak bir yönleri var ise o da "Batı Karşıtlığıdır". Bunlara göre Batı, batılın cismanileşmesidir ve bütün kötülüklerin anasıdır. Hıristiyanlığın, sömürgeciliğin, emperyalizmin, kültürel yozlaşmanın, İslamlığa zulmün adıdır Batı.

Gel gör ki Türkiyeli İslamcılar dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şekil ve hızda Batıya yaslandılar. Dilleri liberalizme öykündü. Aynı cümle içinde Hz. Ömer ile Fukuyama'yı serpiştirebilme "becerisini-kıvraklığını" gösterdiler. Yaşam biçimleri Doğu-Batı çelişkisinden bir debdebe terkibine dönüştü. Başörtüsü de var yine ama bizlerin 1980'lerin ortasında Üniversite önünde özgürlüğü için protesto gösterisi yaptığımız "başörtüsü" ile fazla bir ilgisi kalmadı artık. Bu gidişin sizi götüreceği yer bellidir. Arada daha değişik duraklar vardır elbet... Lakin, nihayet yanaşılan liman AB-ABD olmuştur. Kendi kurgulaması yerine yaban kurgulamaların koçbaşı olma yolunu seçmiştir İslamcılar. Milli tavırlardan sıyrılıp küreselleşmeci tasavvurların yerli işbirlikçiliğine rıza gösterdiler.

Bu arada kirlilik boy aştı. İhaleler, kamu imkânlarını kullanmalar, arsa spekülatörlüğü, özelleştirmelerden pay devşirmeler, makam-mevki paylaşımları, rüşvet-iltimas, ÖSYM, KPSS ve bilumum devlet işlerinde yolsuzluklara, gemicik vurgunculuğuna kadar ne ararsan var. Bunlar o bizim bildiğimiz aynı mahalle sokaklarını adımladığımız, mazbut, saf ama samimi ve iyi niyetli çocuklar değil. Bunların sesi yaban diyarlardan mülhem ve sufleyi aldıkları dil hakikaten kirli...   

Neylersin ki şarkta helvadan put yapılır ve acıkılınca o put yenir ama bu Batılı put var ya bu en çok da kendi limanına demir atan Şarklıları yer... Şah Rıza Pehlevi hikayesini anlatsam mı? Başka zamana...