Medeniyet çatımızın kodu olan "doğu"da, eskiden beri en etkili sözler, elzem izahlar "kıssa"lar üzerinden olmuştur. Kıssalarımız "onuncu köy"ün sözleridir, diye düşünüyorum. Onuncu köyün sözleri -kıssalar- birçok yönü ile edebiyatın doğulu çocuğu ve batı edebiyatında aynı metinde göremeyeceğimiz üç ana unsuru şadırvanında serin tutan uğrak yerimiz, izah sığınağımızdır. Üç ana unsur veyahut üç çeşme. Birinden hikâye, ikincisinden hikmet, üçüncüsünden tahlil akar.

Öyleyse biz de birkaç kıssa ile derdimizi anlatmaya gayret edelim.

Bağdat'ın köprü tarafında iki kör dilenci vardı. Dilenirlerken bir tanesi "Ali için!", diğeri ise "Muaviye için!" derdi. İnsanlar da onları destekler ve ikiye ayrılırdı. Desteklediklerine fazla verirlerdi. Akşam olduğunda dilenciler bir araya gelerek bu şekilde topladıkları paraları aralarında paylaşırlardı. Ertesi gün yine köprünün iki yakasında yine aynı iki dilenci, üslup aynı, bekleyen aynı, beklenen aynı velhasıl zihniyet aynı...

Günümüz Türkiye'sini düşünün, bu iki ruh ile kardeş ruhlar nasıl da tutmuş köprünün iki yakasını değil mi?

Bir başka kıssa ise şöyle;

Ticaret erbabı, zengin adamın biri, bir otlakçı ile yola çıkar. Acıktıklarında zengin adam otlakçıya,

-Git biraz et satın al, deyince otlakçı, "vallahi yapamam" cevabını verir. Adam gidip eti aldıktan sonra,

-Bari eti doğra, diye ricada bulunur; otlakçı ise "vallahi bu işlerden anlamam" diye işi geçiştirir. Adam eti pişirmek üzere ocağa koyar,

-Kalk şu eti karıştır bari

-Vallahi beceremem, üstüme-başıma dökerim

Nihayet et pişer, adam yemeği sofraya koyar ve hayli imalı bir ses tonuyla, "buyur yiyelim" davetinde bulununca otlakçı şöyle cevap verir,

-Vallahi sana çokça muhalefet etmekten utanıyorum, diyerek sofraya kuruluverir.

Evet, bu kıssa özellikle, dün küfür sistemi dedikleri düzenin bugünkü otlakçılarına ithaf olunur.

Son bir kıssa daha paylaşmak istiyorum.

Bir padişah, bir iki vezirini ve diğer erkândan birkaçını yanına alarak payitahta (başkente) yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı. Payitahttan ayrılıp bir kaç saatlik bir yol katettikten sonra yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında dinlenme molası verdiler. Olgunlaşmış, tam kıvamını bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu. Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı bir adamı yanına çağırdı sordu:

- Bu güzel nar bahçesi kimin?

- Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan miras kaldı.

- Oğlun, uşağın var mı?

- Allah bize oğul uşak vermedi efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz.


- Peki, ben de bu ülkenin hükümdarıyım, şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek.

İhtiyar, "başüstüne" dedi ve hemen gidip bahçe içindeki kulübeden kalaylı, tertemiz bir tas getirdi. En yakındaki ağaçtan iki nar kopardı ve sıktı. İki nar tam bir tası doldurdu. Padişah içti ve çok beğendi. Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı. İhtiyar çifçi padişahın beraberindeki herkese sırayla nar şerbeti ikram etti. Padişah ve adamları bedenlerinin kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda edip yola koyuldular. Yolda şeytan padişahın kafasını karıştırmaya başladı; "Madem birer ayakları çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları yok, ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında bir kaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım" diye düşündü. Padişah ve adamları akşama doğru geri dönerlerken aynı bahçenin yanında yine konakladılar. Padişah ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi. İhtiyar sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp sundu. Fakat padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek beğenmedi. Sabahkine hiç benzemiyordu. Sordu:

- Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş değil.

- Aynı nardan evlat, aslında tadında da bir değişiklik yok, asıl değişen sizin kalbiniz. Tebaanızın malına göz koydunuz, bunun için de narların tadı değişti.

Anlaşılmıştır umarım, anlaşılmıştır inşallah...

Onuncu köyden selamlar ey ehli vicdan...

Selametle....