Türkiye'de bir "sol" olduğu konusunda ciddi şüphelerim var. Türkiye'nin tarihselliği "sol" bir düşünceyi beslemeye, yeşertmeye müsait değil.

Hal böyle olunca geriye "ithal bir düşünce sistemi ve terminoloji bohçası" kalıyor. Bu ithalatçılık, doğal olarak "yerelleşme" sorununun da beraberinde getiriyor. Yerelleşme konusunda sorun yaşayan sol, elindeki kavram malzemesinden sağlıklı bir düşünce sistemini kurgulamaya muktedir olamıyor. Bu da "meşrulaşma" sorununu beraberinde getiriyor. "İthalcilik-yerelleşememe-sağlıksız düşünce sistemi-meşruiyet sorunu" sarmalındaki solun kendini üretebilmenin önşartı anlamında berrak bir diyalektik kurgulaması yapmasına da imkân kalmıyor. Geriye ne kalıyor peki?

a- Konjonktüre, zamanın fendine göre büyük çalkantılar yaşayan, beynelmilelcilikten etnikçiliğe, ulusalcılıktan sosyalizme sürekli med-cezir halinde bir duygusallığın dışavurumunu yansıtan kaygan ve odaksız bir düşünsel zemin;

b- Siyasetin normalliğinde halk ile ünsiyet kuramayan ve beslenme damarı olarak sürekli gerilimi körükleyen bir "kadrocu-seçkinci" zihniyet;

c- Solu platonik bir oyuncak olarak algılayıp hayat ve siyaset pratiğinin dışında boş zamanlarında vicdan tımarı için kullanan bir tasavvur;

d- Sermayenin talepleri ve tasarımları çerçevesinde oynanan bir solculuk oyunu...

Bu son şıkkın özellikle 1980 sonrası süreçte çok tuttuğunu, öncelikle Özal'a eklemli solun sermaye ile barışıklığının giderek ballandığını gördük. Aradaki bağ o denli güçlendi ki 2000'li yıllarda solun seçkinlerinin İslamcı sermaye ile de gayet iyi ve pek muhabbetli bir birliktelik inşa etmede hiçbir sıkıntıları olmadığına şahit oluyoruz. Sermaye isterse gönül birlikteliği siyasi birlikteliğe de dönüşebiliyor, nitekim kültür bakanının yüzü gözümün önünde duruyor.  Bu yazıyı okuyan herkesin bu tuhaf siyasi kombinasyonların ne denli rahat bir şekilde içselleştirildiklerine dair çağrışım sağanağına uğrayacaklarını kestirmek zor değil.

Sözü uzattık. Bu yazının konusu (eski?) solun Kürt etnik ulusalcılığı söz konusu olduğunda bu denli gönülden ve içten destek verirken, Türk milliyetçiliğini doğrudan bir olumsuzlaştırma ve faşist-nazist eşleştirmesine tabi tutmasıydı aslında. Birkaç çalışmasını okuyunca İsmail Beşikçi'nin "Allah Allah?" diye mırıldanmamı "ülkücü kimliğimin beni siyaseti sürekli olarak ilkeler bazında çözümlemeye kodlayışından kaynaklanan siyasal saflığıma" yordum. Biz "ilke" diye yırtınırken birilerinin opportunist-çıkarcı dünyası siyaseti bambaşka anlamlara bürüyormuş, yeni anladık. Sonrasında gördük ki Beşikçi bu yolda asla yalnız değildi. Liberal ton almış herkes, saf liberaller, İslamcı liberaller, -komik ama bazıları kendilerini böyle tanımlıyor-, liberal-muhafazakarlar, eski sosyalistler, kaçıncı cumhuriyetçiler, herkes aynı koroda neredeyse profesyonel bir ahenk içinde benzeri şeyleri söylüyor.

Bugünün etnik Kürt ulusalcılığı dünün sosyalistleri üzerinden hep aynı mecrada yürüyor: Türk milliyetçiliği kötüdür, tahakkümcüdür, faşisttir buna mukabil Kürt etnik ulusalcılığı adına yapılan her eylem ve talep insan hakkı ve demokrasi gereği makbuldür! "Beşikçi" ve benzerleri Kürtçülük hususunda hüküm beyan ederken bir Kürt ulusunun inşa edilebileceğine, ulusal bir bilinç oluşturması gerektiğine dair allamecilik oynarken... sıkı durun bu süreçte "emperyalist güçlerle birlikte hareket edilmesinde de bir sakınca olmadığını" söylüyor mesela. Niçin? "Çünkü Kürtleri tahakküm altında tutan devletler de aynı şeyi yapıyor zaten!" İki yanlıştan kaç doğru çıkar aceb? Bağımlı bir bağımsızlık mücadelesi kimin işine yarar? Emperyalizm kendini yeniden üretmek için hangi yollara sapar? Niçin milletleri küçülten "günümüzün küreselleşen kahpe dünyası" bir serhoş etnik kimlik aşığı kesiliverir? Benimkiler de soru işte!

Hâsılı 1970'lerin sosyalistleri, milliyetçi düşmanları bugün kendi "etnik ulusalcılıklarını" insan hakları ve demokrasi kisvesi altında pompalarken nasıl bir ruh hali içindedirler? Beşikçi ve diğer allame buyuruyor ki "milliyetçilikleri ayırmak lazım: özgürleştiren ve tahakküm altına alanlar" diye. Wallerstein'den mülhem bu ayrımı yeni bir keşifmiş gibi sunmakla mesut ve gönençli! Kürt etnik ulusalcılığına özgürleştirmeyi talep ettiği için olumlu bakılmalıymış. Peki, Turancılık niçin faşistlik oluyordu bu memlekette? Azerilerin, Tatarların, Kırgızların, Türkmenlerin, Kazakların hürriyetini talep etmek niçin suç oluyordu? Niçin kimse Doğu Türkistan'ın özgürlüğü için laf edemez? Peki, Kuzey Irak'ta hakları gasp edilen Türkmenler ne oluyor? Orada Kürtçülük emperyal bir tahakküm atraksiyonu sergilerken bir gün bir eleştirinize rastlayabilmedik! Avdeti kırması bir bulamaçtır bu demde sözler bu coğrafyada mirim... İçi başka, dışı başka...

Şaşırıyor muyum? Asla... Biz daha neler gördük! Mesela milliyetçiler "nazi" oldular bu ülkede. Niçin? "Nasyonel Sosyalizmin" "nasyonel" kısmını bize reva gördüler de "sosyalist" kısmını kendilerine hiç mal etmediler iyi mi? Hitlerin işe "Alman İşçi Partisi"nden başlamasına hiç bakmadılar. Gün geldi, Miloşeviç kasabı Bosna'yı, Kosova'yı yakarken "milliyetçi" oluverdi aniden. Kimse "bu adam ‘Yugoslavya'daki yeni uygulamalar sosyalizmden kaymadır' çıkışıyla adını duyurdu" deme dürüstlüğünü göstermedi... Biz ne kadar söylersek söyleyelim, milliyetçiyiz, nasyonalist değiliz; biz ırk üzerinden değil, dil ve din üzerinden konuşuruz; inanmazsanız Akçura, Gökalp, Alpaslan Türkeş, Erol Güngör, Arvasi okuyun ve görün diye... Boşuna... Emperyal memelerden beslenen sol bize sormadan kendi hükmünü verir ve yüzümüze baka baka, sermayenin kucağına otura otura şimdi de etnik ulusalcılık yapmaya soyunur. Doğu sorunu diliyle emperyal kurgulamaların bir parçası olduğunu aşikâr ederek davasını haklılaştırma yoluna gitme yüzsüzlüğünü de marifetmiş gibi sunarak... Bizim solumuz bu kadardır işte... Sığ, tutarsız, konjonktürel ve müstemleke payandası... Bu kadar!