Türk milliyetçilerinin ekonomi ile ilişkileri sorunlu olmuştur. Oysa Avrupa milliyetçiliğinin güçlü temsilcileri siyasal söylemlerini ekonomik bir modelle desteklemeyi ihmal etmemişlerdir.

Modern zamanlardan konuşmak gerekirse, F. List'ten günümüze hiç kesintiye uğramadan milliyetçi ekonomi modelleri üzerine derin tahliller yapılmaktadır. Türk milliyetçiliğinin fikir öncülerinde ise milliyetçi ekonomiye ilişkin vurgulamalar o denli belirgin değildir. Zira Türkiye'de milliyetçilik Batılı muadillerinin çoğundan farklı olarak bir yükseliş dönemi sonrası değil, çöküş sonrası ortaya çıkmıştır. O nedenle milliyetçilerin öncelikli meselelerin başında vatanın birliği ve dirliği gibi konular gelmiştir. Bunun sağlanması için ise ön şart "milletin küllerinden yeniden doğması" için "kahramanlık ruhunu" tutuşturmaktır. Buna bağlı olarak ve anlaşılır bir şekilde milli yapının ön şartları mahiyetindeki kültür, ülkü, dil, tarih gibi olgulara öncelik verilmiştir.

Bu tutumu en belirgin şekliyle Ziya Gökalp'te görürüz;  belirli belirsiz dokunur ekonomik hususlara. Türkçülüğün Esasların'da "İktisadi Türkçülük" başlığı altında özü itibariyle Türklerin iktisadi mevzulara hiç te yabancı olmadıkları vurgulanır ve sanayileşme gereği üzerinde durulur. Ama bunun toplumsal ve ekonomik gerekleri çok fazla kurcalanmaz. Gökalp, çalışmalarında ekonomik mevzuları takipçisi olduğu Durkheim kadar öncelemez. Ziya Gökalp ve ardından gelenlerin çalışmalarında muasırlaşmanın ön şartı mahiyetindeki teknoloji ve endüstrileşme olguları daha çok bir "eğitim" ve "milli kültür ile Batı medeniyetinin sentezlenmesi" sorunu olarak telakki edilir. Peki, teknolojinin kendisini yeniden üretebilmesi nasıl mümkün olacaktır? Bu soru boşlukta gibidir. Oysa Batı'nın M. Weber ve K. Marks gibi birçok sosyolog ve düşünürü farklı perspektiflerden toplumsal yapının şekillenmesinde ekonomik etmenlerin oynadığı rolü çok titiz tartışmalara konu etmişlerdir.

Öyle görünüyor ki, özellikle Atatürk sonrası dönem Türkiye'sinde Marksistlerin çok gürültülü ve Türk toplumunun gerçekliğinden kopuk sınıf temelli ekonomik analizleri milliyetçileri bu tartışmaların uzağında tutmuş ve daha çok "tarihi maddeciliği reddiye" ekseninde tartışmalar ile bu husus geçiştirilmiştir. Bu durum da ayrıca tartışılmaya değerdir.

Ziya Gökalp sonrasında Türk milliyetçiliğinin aksiyon ve fikir öncülerinden Atsız'da "ekonomiden söz etmek" "Çinlileşmek" ile eşdeğerde bir durum olsa gerektir. Atsız hem bilimsel hem de edebi eserleriyle gönüllerde Türklük ateşini yakarken, milletin bütün bireylerinin ömürleri boyunca millet için bütün fedakârlıkları üstlenebilecek karakterde olduklarını varsaymaktaydı. Oysa alanında en yetkin âlimlerden olan ve Gökalp sonrasında Sosyolojinin üniversite düzeyinde bir disipline dönüşmesinin öncüsü G. Kessler "sırf egoizmin sefaleti yok edemeyeceği gibi, sırf fedakârlık ile de sefaletin önlenemeyeceğini" belirtir.

Atsız'ın Türk milliyetçiliğinin toplumsal gerçeklikten kopuşu üzerinde etkisi var mıdır ve ne boyuttadır? Bu da yine ayrı incelemelere konu edilmesi gereken bir başka sorudur. Oysa en iyi Atsız'ın bildiği gibi, Türk tarihinin en büyük kahramanlarından Bilge Kağan başarılarını anlatırken "aç budunu tok kıldım" der ve "Çin'in ipeklerinin Türklerin gözlerini kamaştırmasından" yakınır. Yine N. Yıldırım Gençosmanoğlu'nun muhteşem mısralarıyla Hoca Yesevi'ye yakıştırdığı "aça aş, açığa bez verilmeli" buyruğu devletin ekonomik temel üzerinden yaşayabileceğine dair örneklere denk gelmektedir. Şeyh Edebali'de ise bu durum "insanı yaşat ki devlet yaşasın" ibaresiyle resmedilir.

1960'ların sonlarına doğru Türk milliyetçiliği MHP çatısı altında siyasi bir organizasyona sahip olduğunda kaçınılmaz olarak daha toplumsal gerçeklikle örtüşen, bu gerekleri dikkate alan ve diğerleriyle birlikte ekonomik meselelere de çare üretmeyi amaçlayan bir söylem geliştirdiler. Bu söylem elbette Türklerin kahramanlık ruhunu ihmal etmiyordu. Ama aynı zamanda "fabrika yapan fabrika", "tarım kentleri", "üçüncü sektör-millet sektörü" gibi çözüm önerileriyle üretim, istihdam, gelir ve servetin dağılımı gibi kavramlar da çne çıkmaya başladı. Toplumu sınıfsal analize tabii tutmadılar ama toplumda değişik katmanların olduğunu da dile getirmekten kaçınmadılar.

Bu süreçte milliyetçi ekonomi konusu akademik bakımdan yine hak ettiği ilgiyi görmemiştir. Bu alanda çalışmalara nüve teşkil edebilecek İstanbul Üniversitesi bünyesinde yukarıda sözünü ettiğimiz Kessler'in tedrisinden geçmiş ve iktisat sosyolojisi geleneğini sürdüren Z. F. Fındıkoğlu ekibindeki Mehmet Eröz ve Amiran Kurtkan gibi akademisyenler de araştırmalarını sosyolojiyi merkeze koyarak yürütmeyi tercih etmişlerdir. Öyle ki Türk sosyolojisini "masa başı" çalışmalardan "saha araştırmalarına" taşıma yönünde büyük çabaları olan M. Eröz "İktisat Sosyolojisine Başlangıç" adlı muhteşem kitabında dahi yine milliyetçi bir iktisat perspektifi ortaya koymaya çalışmamış, milliyetçiliği "kalkınma için gerekli olan itici gücü sağlayan bir motivatör" olarak betimlemekle yetinmiştir.

İktisat konusu Sabri Ülgener tarafından bir adım daha öne çekilmiş ve zihniyet ve ideoloji (izmler) kavramları ile ilişkisi sorgulanacak şekilde ele alınmış ama Ülgener hep esinlendiği Weber'in çözümlemelerinin gölgesinde kalmıştır. Ne yazık ki Ülgener geleneğinden beslenerek bu damardan da daha derinlemesine analizler üretecek akademisyenler de pek çıkmamıştır. O noktada da bir tıkanma yaşanmaktadır.

Milliyetçilik ve kültür eksenli mühim analizler yapan Erol Güngör yine toplumsal psikoloji eksenli tartışmalarında ekonomik meseleleri hemen tamamen ihmal etmiş gözükmektedir. Buna karşılık Orhan Türkdoğan bu alanda çaba sarf eden akademisyenlerin başında gelmektedir. Ama bunlar da daha "öz yönetim" örneğinde olduğu gibi "salt kapitalist veya sıkı sosyalist" ekonominin dışında yeni arayışların Türkiye'ye taşınmasından çok daha ileri bir anlam ifade etmediler.

Ayrıca 1980 sonrasında milliyetçi akademisyenlerin çok verimli oldukları söylenemez. Türk Milliyetçiliğinin Türkiye'de baskına uğradığı bu yıl, M. Thatcher ve R. Reagan öncülüğünde neo-liberal politikaların yeniden dünyaya hızlı bir şekilde hâkim olacağı dönemin başlangıcı anlamına gelmekteydi. Bu dönemde Japonların ekonomik mucizesi milliyetçi ve muhafazakârlar için Batı dışında da bir kalkınma modelinin olabileceğinin delili olarak çokça kullanıldı ama o kadarla yetinildi. Türk milliyetçiliğinin suikasta uğradığı bu dönemde tabii olarak tarumar edilmiş bir hareketin akademisyenlerinin de kafaları karışıktı. Bu durum 1990'larda Türk milletinin karşısında çıkacak tarihi fırsata hazırlıksız yakalanma bahtsızlığının da bir sebebidir.

Neo-liberal politikalar, Sovyetlerin çöküşü ve bilgisayarlaşma ile birlikte "küreselleşme" olgusunun da giderek belirginleşmeye başladığı 1990'lı yıllarda Türk milliyetçiliği toparlanmaya başlamıştır. Ancak hem geleneksel olarak ekonomiye mesafeli tavır, hem de 1980 darbesinden kaynaklanan kopukluk ekonomi alanında kapitalizmin ulaştığı yeni evreyi de soğukkanlı bir şekilde yorumlayacak ve yeni milliyetçi ekonomi modellemeleri üzerinde tartışılabilecek bir vasatı engellemiştir.

Çok kaba fırça darbeleriyle resmettiğimiz milliyetçilerin ekonomi ile imtihanı daha derinlemesine tartışmaları hak etmektedir. Burada zikredilenlerin dışında birçok çalışma vardır. Ama genel manzara milliyetçiler ile ekonomi arasında açıklığın genişliğine işaret etmektedir. Türk milliyetçiliği ile milliyetçi ekonomi arasındaki ilişkiyi kurabilecek çalışmaların gerekliliği aşikardır. Dünya yeni üretim ve toplumsal örgütlenme evrelerini yaşarken bu iki alan arasındaki kopukluk, milli ülkülerin gerçekleştirilmesinin önündeki en önemli engellerden biri olarak görülmektedir. Konunun farklı yönleri ve 2000'li yıllara dair çözümlemeler başka yazıların konusu olacaktır.