20. yüzyılı okumada en başarılı düşünürler milliyetçiler oldu. Asrın emperyal yapılardan milli yapılara kaydığını, buna üzülsek de (ki en çok üzülenler başta Gökalp olmak üzere milliyetçilerdir) ümmet veya bir başka millet dışı yapılanmanın millet düzeyinde örgütlenme becerisi kadar başarılı olamayacağını görenler haklı çıktı...

Ardından Sovyet Devrimi dünya sathında yeniden yapılanmayı getirdi, ardından da Çin. Sovyetlere tapanlara inat, bu yapının insan tabiatına aykırı ve örtülü bir Rus emperyalizminden başka bir şey olmadığını milliyetçiler haykırdı. Dağıldı Sovyetler, biz haklı çıktık. Erdal İnönü 1992'de Antalya'da Ergenekon'dan çıkışı simgeleyen demir dövme töreninde rahmetli Türkeş beğ ile birlikteydi, hatırlayın. Çin ise "sosyalist pazar ekonomisi" gibi yapay teneffüs yöntemleriyle sahip olduğu devasa insan gücünü acımasızca sömürerek ömrünü uzatmanın yollarını arıyor. Nereye kadar? ABD'yi ayrı bir kategoride ve daha ayrıntılı değerlendirmek lazım, bakalım "tarihin sonu mu, ABD'nin sonu mu?" Göreceğiz.

Zamanı geldi Türkiye yönünü AET-AT-AB şeklinde evrilen Avrupa Birliğine çevirdi. Bu yeni bir hikâye değildi elbette, ama yeni bir yapıydı. Doğu Roma'ya son veren Türkler ile Roma İmparatorluğu'nu yeniden inşa etmeye çalışan Avrupalılar arasında bir birlik sevdasının sonu nereye varırdı? "Hiçbir yere" dedi milliyetçiler. Hatta kimi solcu ve İslamcılar. Ama ne olduysa oldu, gün geldi tam üyeliğe imza atan İslamcı kökenli başbakan Erdoğan Ankara'da havai fişeklerle kahraman olarak karşılandı. Eski tüfek solcu ve Marksistler kutlama kuyruğunda hazır bekliyorlardı zaten. Açıklamayı "dostum Berlusconi" yaptı: "Hepimiz Bizans'ın çocuklarıyız"! Tövbe...

Biz aynı yerimizdeydik: "yürümez, tarihselliğe aykırı bu!" dedik. Yürümeyeceğinin işaretleri büyük. Başbakan "yokuz, ilişkileri dondururuz" nevinden atıp tutuyor şimdilerde. Konu Hırvatistan olunca yıldırım hızıyla açılan fasıllar iş Türkiye'ye gelince küf tutmaya mahkum, muhatabımız Güney Kıbrıs!  Zira AB şu anda yüz yüze geldiği ilk ciddi krizde geleceğine şüphe ile bakılan bir yapıya dönüştü. Birbirini satan satana... Önü karanlık ve birkaç yıl önce AB dediğinde ağzından bal damlayan liberaller şimdi mütereddit bir ses tonu ile dile getirilen ve asalak kelimelerle dolu cümlelerindeki anlamsızlığın arkasında itibarlarını koruma çabası içerisindeler. Gülünç!

Örneklere devam etmeyelim. Sadece İslamcı ve liberallerin Türkiye'nin temel meseleleri konusunda son 30 yılda çizdikleri "S"lerin ve "U"ların sayısına ve dalga boylarına bakmak yeterli. Yahut Tayyip Erdoğan'ın Kıbrıs, Ermenistan, Bölücü Terör ile ilgili tavrına bir göz atmak kâfi. İki üç sene önceki sözlerine bakın bir de şimdi dediklerine. "Tek dil, tek bayrak, tek devlet"! Biraz daha zorlasa "ya sev, ya terk et"! Artık "bu ülkede bir Kürt sorunu yok, Kürtlerin sorunu var". Hayret makamını çoktandır kaybettiğimden nida beklemeyin benden...

Şimdi tekrar soralım: Milliyetçiler niçin haklı çıkıyor? Çünkü milliyetçiler milletlere ilişkin tespitlerde bulunurken "tarihselliği" ihmal etmezler. "Konjonktür" bazen tarihselliğe zıt yönde dalga üretse bile uzun dönemde bakıldığında tarihe basamak olmaktan daha büyük bir sonuç üretemez. Günlük zafer, yenilgi, ittifak, karşıtlıklar tarihsel bütünlük içerisinde çözümlendiği zaman gerçek anlamlarına kavuşurlar. Tarih bilinci de bu nedenle önemlidir. Burada mutlak bir determinizmden söz etmiyoruz. Sadece "tarihi ve bağlamı" ihmal ederek ve birkaç olaya/olguya bakarak verilen hükümlerin ne denli aldatıcı olabileceğini ifade ediyoruz. Bugünlerde de yaşadıklarımız bunlar işte... Daha neler göreceğiz? Ama biz genellikle haklı çıkacağız...

Peki, milliyetçiler açısından sadece haklı çıkmak yeterli mi? Haklı olarak tarihin akışını seyretmek? Ne dersiniz?