Dünyada liberal ekonomik politikaların zirve yaptığı 1980 sonrası dönemde birçok kavramın yanında "milliyetçilik" de sistematik olarak olumsuzlaştırıldı. Küreselleşme ve etnik kimlikler "özgürlük" alanı içerisinde addedilirken, milli düzeydeki bütün yapılar özellikle düşünce sistemlerini Batıyı model alarak oluşturan üçüncü dünya aydınları tarafından kötülüklerin anası ilan edildi.

Toplumların ülküsüzleştirilmesine paralel olarak büyük bir özelleştirme furyası tüm dünyayı sardı. Ülküsüz toplumların kaygıları doğal olarak günübirliktir. Sermaye, toprak, yönetim erki kimin elindedir diye fazla kurcalamaz bu topluluklar. Bunlara göre egemenlik, "hamasi ve karın doyurmayan" bir kavramdır. Esas olan pragmatizm, yani günübirlik ve bireysel çıkarlara dayalı kaygılardır. Şimdilik söylemeye cesaret edemeseler bile, "eğer Türkiye'nin kişi başına milli gelirini bir yıl içerisinde 30 bin dolara çıkaracaksa bırakınız ülkeyi ABD'li bir vali yönetsin" diyecek denli "pragmatistleri" vardır aralarında.

Bu söylemi benimseyenlerin temel yanılgılarından bir tanesi, her topluluğun kendileri gibi ülküsüz olduğu varsayımıdır. Oysa Fransa, ABD, Japonya, Almanya ve daha nice ülkede sermaye sahipliği önemsenir. Bankalar, borsalar, medya kimin elindedir, merak edilir.  insanların rengi, dini, etnik kökenine ilişkin kayıtlar tutulur, politikalar geliştirilir. Bu politikalar, sözü edilen ülkelerin milli ülküleriyle örtüşük olarak belirlenir.  Milli ülküler hükümetlerin ve toplumun günübirlik beklentilerinin fevkinde, sıradan gelişmelerle değiştirilmeyecek şekilde her dönem kutup yıldızı gibi parlar ve yol gösterir. Sözgelimi İngiltere hızlı bir özelleştirme programı uyguluyorsa bunun belirgin gerekçesi bu uygulamanın İngiltere'nin âli menfaatleri ve milli hedefleri ile örtüşmesidir. Yoksa en liberal İngiltere, milli menfaatleriyle örtüşmediğinde ortak para birimi dahil olmak üzere AB politikalarını hiç umursamaz bile. Kriz karşısında Fransa, Almanya ve İngiltere gibi başat aktörlerin takındıkları tavır milli ülkülerin "Birleşik Avrupa" ülküsünün dahi ne denli ilerisinde olduğunun göstergesidir.

Milli ülkü kavramı üzerinde bu denli durmamızın sebebi, milliyetçi ekonomiden söz edebilmenin ön şartı olmasıdır. Bu bakımdan milliyetçi ekonomiyi "piyasanın değil, milli ülkülerin şekillendirdiği ekonomik sistem" olarak adlandırmak mümkündür. Piyasa, tek başına kutsal bir kavram değildir, eğer milli hedeflere taşıyıcı bir rol üstleniyorsa makbuldür. Burada milli ekonomi ile milliyetçi ekonomi arasında belirgin fark olduğu açıktır. Milli ekonomi, ekonomik faaliyetlerin milli coğrafya içerisinde gerçekleştirilmesi ile ilgilidir. Oysa milliyetçi ekonomi bu faaliyetlerin nerede gerçekleştirildiğinden çok milli ülkülerle ne denli örtüştüğünü sorgular. Eğer bir ülkenin milli ülküleri (vizyon?) tanımlanmamışsa o ülke günübirlik hareket etmeye ve stratejisizliğe mahkumdur.

Burada sürekli olarak millet ve ülke ölçeğinde kaygılardan söz edilmesi, milliyetçi ekonomik sistemde bireysel beklentilerin göz ardı edildiği anlamına gelmez. Bilakis birey bağımsız ve kendine özgü bir varlık olarak müstesna yerini alır milliyetçi ekonomik modelse. Şahsiyeti, tavrı ve tarzı vardır. Ancak, bireyin kendisine tapınması ve salt şahsi endişelerinin kölesi olması kabul edilemez. Bu yönüyle milliyetçilik, birey-millet-devlet beklenti sistemlerinin uyumlaştırılması çabasına işaret eder. Bir zorlama ve merkezi otorite inşa etmeden çok ortak bilinç, yani ülkü inşa ederek birlikteliğin güçlendirilmesi hedeflenir. Milliyetçilik ile sosyalizm ve diğer totaliter uygulamalar arasındaki temel fark da budur.

Tam da bu noktada sosyalist ekonomilerin milliyetçi ekonomik modele daha yatkın olduğuna dair algılamanın yanlışlığına işaret etmek gerekir. Bir ekonomik modelin "merkezi" olması veya üretim araçlarının kamunun elinde olması onun milliyetçi olduğunu göstermez. Kapalı olması yani dünya ekonomik sisteminden kopuk olması da milliyetçi olduğu anlamına gelmez. Bunlar kasten oluşturulan yanılgılardır. Milliyetçi ekonomiden söz edildiğinde sürekli olarak "dünyadan kopuk ve kendi içine kapanmış" bir ekonomi tasavvuru oluşturulması kara propagandadır. Dünyaya kendini kapatmış Kuzey Kore, Küba gibi ülkeler milliyetçi ekonomiler değil, sosyalist ekonomilerdir. Buna karşılık dünya ile en bütünleşik ekonomilerden olan Japonya, Almanya ve Güney Kore gibi ülkeler basbayağı milliyetçi ekonomik modellerle yönetilmektedir. Örneğin Japonya için Japon pirincinin maliyetinin dünya piyasalarının çok üzerinde olması pirinç ekiminden vazgeçmeyi gerektirmez. Zira tarım, Japonya için "stratejik" bir sektördür. Aynı şeyi Almanya için söyleyebiliriz. Almanya'nın serbest piyasa modelini benimsemesi finans sektörünü uluslararası sermayenin merhametine terk ettiği anlamına gelmez. Gözü gibi sakınır bu sektörü zira finans Almanya'nın stratejik sektörüdür. ABD için havacılık, Kanada için telekomünikasyon, Fransa için otomotiv, Güney Kore için gemicilik, otomotiv hep böyledir.

Demek ki milliyetçi ekonomilerde üretim araçları devletin değil, özel teşebbüsün elinde olabilir. Ülkeye yabancı sermaye gelebilir. İhracat ve ithalat ile de dünya ekonomik sistemi içerisinde yer alınabilir. Ama mutlaka ve mutlaka "stratejik sektör" veya sektörler belirlenir. Bu sektörlerin varlığı sadece piyasanın merhametine bırakılmaz. Çünkü piyasa anlık tepkiler verir ve uzun dönemli tasavvurlardan hoşlanmaz. Oysa milletler varlıklarını sonsuza dek sürdürme hevesi taşırlar. Bu heveslerin gerçekleşmesinin ekonomik ön şartları vardır. Milliyetçi ekonomik model bu şartları sağlamayı amaçlar. Hikâyenin özü budur. Bu hikâye bize Batı ekonomilerinin yanında G. Kore, Hindistan, Rusya, Brezilya ve Çin gibi ülkelerin ekonomik modellerini de yakından incelememiz gerektiğini söylüyor.

Özetlersek, milli ülküleriniz varsa mutlaka milliyetçi ekonominiz de olmak zorundadır. Milli ülküleriniz yoksa konuşmanın da anlamı yoktur!