“Kadın meselesi” nice zamandır değişik vesilelerle karşıma çıkan; sıyrılmaya çalışsam da suratıma çarpıveren bir bahisti. Yüzleşmek; bir ucundan tutmak gerekiyor… “Mesele” dediysem çok şey bildiğimden değil. Hele “feminist kuramların” yanına dahi yaklaşamam. Meramım basitçe şudur: “Milliyetçi camianın kadın tasavvuru nedir? Ona toplumsal, siyasal ve bireysel alanda ne tür roller yüklemektedir?”

Konu aklıma nereden düştü dersiniz? Ziya Gökalp’in “Hürriyet’e Mektuplar”ını okuyordum. Limni ve Malta sürgünü esnasında eşi Vecihe Hanım ile kızları Seniha, Hürriyet ve Türkan’a yazdığı mektuplardan oluşuyor kitap. Her mektubunda eşine ve kızlarının neler okumaları, yazmaları ve yapmaları gerektiği konusunda ders veren bir öğretmen ve baba var karşımızda. Onları içerisinde bulunduğu toplumun farkında olan birer şahsiyet yapmak için çırpınıyor. 1919-21 yıllarındayız…

Sonra o dönemde yazdığı bir kitapta Ömer Seyfettin’in “biz erkekler Turan, Turan diye kıvranırken iki kadın önümüze geçtiler ve yolumuzu açtılar” mealinden bir cümlesi düştü hafızama. Sözünü ettiği kadınlar “Yeni Turan”ın yazarı Halide Edip ve “Aydemir”in yazarı Müfide Ferit idi… Özellikle Halide Edip’in kitap kahramanı “Yeni Turan” davası için binbir fedakârlık yapan; sevdasından vazgeçen ve içinde bulunduğu toplumun geri kalmışlık meselesinin üstesinden gelebilmek için eğitim seferberliği başlatan bir kadındı… Toplumsal ve dini değerler ile hurafeleri ayıran bu yeni kadın tipi başında örtüsü ve edepli giyimi ile toplumun her meselesinin çözümünde erkeklerden daha öndeydi… Aynı dönemde Türkistan’da Cedidciler de çırpınıyordu. Kızlar okula gitsin, öğretmen, hemşire olsun, sanat, edebiyat faaliyetlerine katılsın diye… Hem Türkiye’de hem Türkistan’da bu tavrın karşısında dikilenler muhataplarını en kolay yoldan vurmak yolunu seçtiler: “kafir…!” Bu başka bir hikâyedir…

Ardından Kurtuluş Savaşımızın kadın kahramanları geldi gözümün önüne… Sadece adını bildiklerimiz değil, bir de bilmediklerimiz var. Kurtuluş Savaşında kadınlarımız en az “Bacıyan-i Rum” kadar memleket meselesinin sahibi oldular…

Kadın mevzuunda Atsız romanlarına uğramadan olmaz… Atsız gibi “kahramanlık ruhunun” kitabını yazmış birisinin muhteşem kadın kahramanlarını bilmeyen var mı? Gökçen Kız, Almıla, Ay Hanım, Güntülü… Bize göre bunların hiçbiri sadece “roman kahramanı” değildir, çevremizdeki herkeste onlardan bir parça aradık…

Kanaatime göre 1900’ların başlarından 1927’ye dek süren “birinci milliyetçi aydınlanmanın” ardından 1960’ların sonu ile 1980’e uzanan “ikinci milliyetçi aydınlanma” dalgasında da kadınlar önemli görev üstlenmişlerdir. Hareketimizin o dönemki hikâyesini Emine Işınsu hanımefendi “Sancı” ile yazmıştır. Bize “esir Türklerden” haberleri Emine Işınsu ve ardından Sevinç Çokum taşımıştır roman ve hikâyeleri ile. Bu hareket 1969 yılında “Ayşe” adlı bir “kadın dergisi” çıkarmıştır… O dergi etrafında buluşan milliyetçiler Töre dergisini çıkarıp milliyetçi düşünce sisteminin yeniden yorumlanması hamlesine girişmişlerdir. Lakin bu aydınlanma kervanı 1980’de büyük bir baskın yemiştir ve her şey tar-ü mar olmuştur…  

1980’lerden itibaren bir çelişkili durum çıktı ortaya. Türk kadın aydınlanmasının öncüsü milliyetçiler işi hamasete vurduk ve yokmuş gibi saydık. Oysa bir zamanlar kadın mevzuunu her dillendirene “kâfir” yaftasını iliştiren “dinci kesim” kadının toplumsal hayattaki yerini genişletme konusunda büyük bir atılıma girdi.

Bizim basit bir hamasetimiz vardı sadece: “Tarihimizde kadın hakanın sağ tarafında oturur, toplumsal ve siyasi kararlarda faal olarak yer alır, hayatın tamamen içerisindedir…” Bu cümle bizi kurtarmaya yetmiyor yazık ki.. “Şimdi vaziyet nedir?” diye sormalıyız. Niçin milliyetçi camia “kadın üretkenliğinin” en düşük olduğu kesimlerden biri? Camiamızda kadınlar hareketimizin merkezine doğru kaymakta niçin zorlanıyorlar? Her şeye rağmen bu hareket içerisinde kalmaya gayret eden “yiğit kadınlarımız” nasıl oluyor da bir müddet çırpındıktan sonra yorgun düşüp ya genel gidişe ayak uyduruyor veya kabuğuna çekiliyor? Bunlar cevabını bilebildiğimiz sorular değil. Gözlemlerimiz var sadece…

Burada tek tek camiamızdaki hâkim erkek davranışlarını sorgulayacak değilim. Ne yapalım ki biz eşimize çiçek nasıl verilir bilmeyiz. Bir gün cesaretlenip de çiçek almaya kalkışsak dahi çiçekçinin bizi tanımaması, dostlarımızın bizi elimizde çiçek ile görmemesi için her tedbirimizi alırız. Olur ki içimizden güzel sözler söylemek geçer, on kere yutkunuruz da sesimiz mütereddit bir tonda dökülüveren anlamsız kelimeler yumağına dönüşür; beş kişi ile kavgaya girsen daha iyi… Karikatürize etmiyorum, böyleyiz biz… Burası anlaşılabilir husustur, lakin…

Milletine dair büyük hikâyeleri,  ülküleri olan insanların bunları yakınındaki kadınlarla; eşleri, bacıları, kız arkadaşları ile paylaşmamalarını nereye koyacağız? Dostlarımızla yaptığımız sohbetleri, tartışmaları eşimiz ile yapmıyorsak eşimizden bizimle aynı hedefe yürümesini nasıl bekleyebiliriz? Kendi gittiğimiz mekânlara kız kardeşimizi, kız arkadaşımızı götürmüyor, götüremiyorsak;  oğlumuzu gönderdiğimiz yerlere kızımızı gönderemiyor isek bu durumda “hakanın sağında oturan hatun” hikâyeleri anlatmanın anlamı olur mu? Burada ya bir mekân sorunu veya kadına ilişkin algı/tutum sorunu var demektir… Birisi diğerinden daha az önemli değil!

Bir şey gün gibi aşikâr: Kadın konusunda yüz yıl öncesinde olduğumuz yerden gerideyiz. Zamanın akışı kadını giderek hayatın merkezine doğru kaydırırken biz o akışı yakalamayı beceremiyoruz. Tarihe bakmak büyük keyif, ama tarih gelecek için işaretlerini sunduğu müddetçe “anlatı”dan farklı bir hal alıyor, değerleniyor. 

Milliyetçiler yeni aydınlanma hamlelerine kadın meselesini tefekkür ederek başlayacaklar…