Hem tarihi, hem doğal, hem de kültürel pek çok değere sahip olan İstanbul'da ülkemizin gündeminin yoğunluğu nedeniyle gözden kaçan ve hemşehrilerimiz tarafından yeteri kadar takip edilemeyen çok önemli ve yoğun bir gündem var aslında.

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinin her ay toplanarak görüştüğü ve karara bağladığı pek çok önemli konu hakkında hemşehrilerimizin, bu kararlar, kentte etrafı reklam panoları ile çevrili inşaat alanı haline gelene kadar maalesef haberleri dahi olmuyor. Bu durum paralelinde de İstanbul içerisinde çok kısa sürede inşaat alanı haline gelen çok önemli ve değerli arsaların günden güne artması ve biri biterken diğer bir inşaatın başlaması ve kentin sürekli olarak bir şantiye görünümünde olması, hem mekansal kalitenin azalmasına, hem de kent yaşamı içerisinde sürekli bir kaos durumunun olmasına neden olmaktadır.

İstanbul gibi geçmişi çok uzun yıllara dayanan bir metropolün çok daha oturmuş, sistematik ve planlı bir işleyişe sahip olması gerekirken, kent içerisinde koordineli projeler yürütmesi gereken kurumlar bile birbirlerinden bihaber şekilde İstanbul'u delik deşik etmektedirler. Kent yönetiminde söz sahibi olan iktidar ve ana muhalefet partilerinin yönetim anlayışlarının, kent yaşamına yansımaları maalesef kenti daha da içinden çıkılmaz bir duruma sürükler niteliktedir. Kentin gelişiminin belirleyicisi olması gereken her ölçekteki imar planları, ne yazık ki plan tadilatlarıyla tamamen başka bir planlara dönüştürülmekte ve kent içerisinde kurulmaya çalışılan denge tamamen altüst edilmektedir. Bu nedenledir ki, kentin köşe bucak her noktasında bulunan ve yeşil alan ya da park olarak fonksiyonlandırılıp kamunun kullanımına açılan alanlar, sadece kağıt üstünde kalmaktadır. İstanbul'da kısa süre içerisinde fonksiyonları değiştirilerek askıya çıkarılmış ve bunun neticesinde de buna bir dur denilmediği takdirde yine büyük şantiyeler haline gelecek bir çok arsa vardır. Mecidiyeköy Ali Sami Yen Stadı da bunların en önemlilerinden biri. İlerleyen yazılarımda da tüm detaylarıyla değineceğim Ataşehir'de bulunan hal alanı ile Kadıköy'de bulunan Devlet Malzeme Ofisi alanları, Mecidiyeköy örneğinde de olduğu gibi projeleri kamuoyuna yansıyana ya da inşaatları başlatılana kadar hemşehrilerimiz tarafından bilinmeyecektir. Kente dair alınan kararlarda söz sahibi olma, "ileri demokrasi" ya da "yönetişim" gibi kavramlardan sıklıkla dem vuran ülke ve kent yöneticileri, kentin geleceğini olumsuz yönde etkileyeceği aşikar olan bu ve benzeri kararların alımı aşamasında yönetime katmak istedikleri(!) hemşehrilerimizi neden unutmaktadırlar acaba? Kente dair alınan 3. Köprü kararında, "Kanalİstanbul"da ya da "İki Yeni Şehir" projelerinin herhangi birinde hemşehrilerimizin fikrini almak için anketler yapıldı mı acaba? Ya da kamunun taşınmaz mülklerine dair alınan satış veya özelleştirme kararlarında herhangi bir hemşehrimize ne düşündüğü soruldu mu acaba? Bu sorulara verilecek yanıtın "evet" olmadığını tabii ki hepimiz çok iyi biliyoruz. Kent yöneticilerinin demeçlerinde sürekli olarak çekinmeden kullandıkları "yönetişim" ya da "katılım" kavramlarını yönetim modellerininin uygulanması sürecinde hayata geçirmedikleri açıktır.

Yukarıda değindiğim sorulmayan soruların aksine Resmi Gazete'de 13.07.2005 tarihinde yayımlanan ve mevcut hükümet tarafından yürürlüğe konulan 5393 sayılı Belediye Kanunu'nun ikinci bölümünde "Hemşehri Hukuku" başlığı altında yer alan 13. Maddenin ilk paragrafında "Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir. Hemşehrilerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilendirme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır." denilmektedir. Bu maddeye istinaden İstanbullu hemşehrilerimizin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından yapılan her türlü "hizmetin" karar alımı aşamasında söz sahibi olması gerekmektedir. Ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi kamuyu yanıltarak, yeni alınacak otobüslerin renkleri ya da inşa edilecek yeni şehir hatları vapurlarının modelini seçmek için anketler düzenlemekte, kent yönetiminde hemşehrilerimizin de söz sahibi olduklarına dair bir senaryoyu oynamaktadır. Yönetime katılım sadece otobüs renginin seçiminden mi ibarettir? Otobüsün rengini belirleyen hemşehrilerimiz koskoca bir metropolün yönetimine katılmış mı sayılmaktadır? Ya da diğer kentlerimizde otobüsün rengine karar veremeyen hemşehrilerimiz yönetime katılmamış olarak mı sayılmalıdır(!)? Bu yanlış uygulamanın ve anlayışın sonucunda da kentlerimizin yönetiminde izlenen yanlış politikaların kent yaşamına yansıyan sonuçlarını tüm hemşehrilerimizle birlikte her gün yaşamaktayız.

Çeşitli basın-yayın kuruluşlarında Mecidiyeköy'deki yıkılan stadın alanına yapılacak olan projenin yanlışlığına dair farklı yazarların da görüşleri yer almıştır. Bu konuya değinen bazı duyarlı köşe yazarlarının kaleme aldıkları yazılarında dikkat çekmiş oldukları üzere, Mecidiyeköy'de Ali Sami Yen stadının yıkımının ardından oluşan büyük alanın İstanbul'a ve İstanbulluya büyük bir kent meydanı ya da kent parkı olarak kazandırılması mutlak suretle gerekmektedir. Kamuoyunda da büyük yankı uyandıran yaklaşık 15 milyar dolarlık dev bir bütçesi olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin doğru şekilde yönetildiği takdirde bu gibi kent için hayati önemi olan arsaların yapılaşmasının önüne geçebilecek güce sahip olduğu aşikardır. Ayrıca TOKİ gibi büyük bütçelere sahip olan ve kamu yararı çerçevesinde görev yapması gereken bir kurumun böylesi gelir getirmesi amaçlanan bir projenin içerisinde yer alması ve kar elde etmeyi amaçlaması ne kadar doğrudur? Ya da TOKİ'nin bu gelire ihtiyacı olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bu gerçeğe rağmen kent merkezinde büyük gelir getirici bir arazi olarak görülen Mecidiyeköy Ali Sami Yen Stadı ve stadın hemen bitişiğinde yer alan Mecidiyeköy eski Likör Fabrikası'nın TOKİ eli ile değerlendirilmesi isteği üzerine, stadın yıkıldığı ve büyük beton blokların kentin son derece yoğun olan noktasında inşaat çalışmalarının başlatılması için gün sayılan bir süreç başlatıldığı nettir. Mecidiyeköy, mevcut yerleşim yoğunluğu ve İstanbul trafiği açısından çok kilit bir noktada yer alması nedeniyle zaten yoğunluğun sadece zirve saatlerde değil her daim had safhada olduğu bir nokta olduğundan, son derece yoğun bir kullanıma sahip olacak yeni bir çok fonksiyonlu merkezin bu kilit noktada inşaatının gerçekleştirilmesi, kentin göbeğinde bir bombanın piminin çekilmesi anlamına gelmektedir. Elinizde merkezin yoğunluğunu azaltabilecek ve hemşehrilerimizin kullanımına kazandırılabilecek bir kent meydanı için çok uygun bir alan oluşturulabilecek iken, bunun tam tersi bir uygulama ile kentin tam göbeğine bir hançer daha saplamak hiçbir mantıklı açıklamaya dayandırılamayacak bir durumdur. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin İstanbul'a dair hiç mi bir meydan ya da kent parkı oluşturma kaygısı yok mudur? Hiç mi İstanbul'un sürdürülebilir bir gelişme için beton bloklarının arasında açık alanlara da ihtiyacı olduğunun farkında değilller? Ali Sami Yen Stadı'nın yerine yapılması planlanan ve kamuoyuna da projeleri yansıyan yüksek bloklar, yapılaşma koşulları ve yer seçim kararı açısından ciddi sakıncalar barındırmakta, bölgede yapı, nüfus ve trafik yoğunluğunu arttırıcı niteliktedir. Bu nedenle hayata geçirilmeye çalışılan proje, planlama ilke ve esasları ile konuyla ilgili tüm yasa ve yönetmeliklere de aykırıdır. Aynı zamanda, aynı ada içerisinde yer alan ve komşu parseldeki eski likör fabrikası arazisi için İstanbul'un siluetine yapacağı olumsuz etki göz önünde bulundurularak kararlar verilirken, hemen yanındaki komşu parselde bulunan alan için bu yönde bir kararın verilmemesi de büyük tutarsızlık ve yönetim zaafiyeti göstergesidir. Kent yönetiminde sürekli olarak bütüncül yaklaşım olması gerekirken, bu kadar parçacıl ve birbirine her anlamda zıt uygulamaların nasıl olup da hayata geçirildiğinin yönetimin her kademesinde mutlaka sorgulanması da gerekmektedir.

Türkiye'deki geleneksel planlama anlayışında, hızlı ve düzensiz kentleşme¸ çarpık yapılaşma¸ altyapı eksikliği ve sürekli göçten dolayı, yeşil alanlar, kentleşme süreçlerinden neredeyse bağımsız gelişmiştir. Özellikle de İstanbul'da Türkiye'nin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartlar ile bunların doğurduğu ruhsatsız yapılaşmanın hakim olduğu bir kent dokusu söz konusudur. Birçok kentimiz için de geçerli olan bu kent dokusu oluşum süreci¸ yeşil alanların yetersiz kalmasına¸ tasarım standartları açısından da çağdaş kentsel yaşamın standartlarını karşılayamayan yeşil alanların oluşumuna sebebiyet vermiştir. 2010 yılı boyunca "Avrupa Kültür Başkenti" olmakla övünen ve dünyanın en gelişmiş metropolleri arasında yer aldığı iddia edilen(!) İstanbul'un, halen nitelikli bir kent parkının ve meydanının olmaması da kafalarda önemli bir soru işareti olarak yerini korumaktadır.

Sonuç olarak; kentimize gerek bir meslek adamı olarak, gerekse de bu kentte yaşayan ve yaşadığı kenti çok seven biri olarak mutlaka sahip çıkmamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü gelecek nesillerimize üzerinde hala nefes alabilecekleri, sağlıklı ve kaliteli koşullarda yaşayabilecekleri bir kent bırakmak hepimizin ortak görevi ve borcudur. Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış olan İstanbul'un doğal, kültürel ve tarihi değerlerini yaşatarak gelecek nesillere emanet etmeliyiz. Her bir parçasında ayrı bir değer taşıyan İstanbul, ne kadar önemli bir metropol olduğunun farkında olunmadan plansızlığa terk edilemez, edilmemelidir. Yine aynı şekilde sadece sermaye gruplarının yatırım kararları doğrultusunda yönetilemeyecek kadar önemli bir metropolde yaşadığımızın farkına da çok geç olmadan varmak zorundayız.  Kentin ortasında sadece gelir getirici bir meta olarak görülen kent toprağı, mutlaka kamuya kazandırılmalıdır. Kamuya kazandırılacak olan değer, milyonlarla ölçülemezken, yine aynı şekilde kamunun kaybedecekleri de milyonlarla ölçülemez. Ayrıca toplum menfaatleri ve kamu yararı gibi kavramlar söz konusuyken, kentin herhangi bir noktasından kazanılacak olan bedelin özellikle de ülke ve kent yöneticileri tarafından tartışma konusu bile yapılmaması gerekmektedir.  İstanbul daha ne kadar gelir getirecek bir meta olarak görülmeye devam edilecek? Madem bu ülkede yürürlükte olan bir "Belediye Kanunu" var, ve madem bu kanun ile yerel yönetimin yaşadığımız kente dair almış olduğu tüm kararlarda söz sahibiyiz, o zaman hep beraber yaşadığımız kente sahip çıkmalıyız. İstanbul ve diğer tüm kentlerimiz için elimizi taşın altına koymalı, bu değerli kentin toraklarının parası olana peşkeş çekilmesine izin vermemek için elimizden geleni yapmalıyız. İstanbul için ortaya yüreğimizi koymalıyız. Yaşadığımız toprağa, bizden, geçmişimizden ve  yaşamımızdan izler taşıyan kentlerimize sahip çıkmak hepimizin boynunun borcu, gelecek kuşaklara karşı olan sorumluluğumuzdur. Kentlerimize sahip çıkmak hem geçmişimize, hem de geleceğimize sahip çıkmak anlamına geleceğinden, bu bizim yaşamla bağlantımızı da sağlayan onurlu bir mücadeledir. KENTİNİZE SAHİP ÇIKIN...