Bu konuda daha önce yazmıştım, mazur görün. Zira İslamcıların liberalizme doğru evrilmede gösterdikleri kıvraklık ve kendilerinden kopuştaki iştahlarını anlamakta ve anlamlandırmakta zorlanıyorum.

Sanırım Liberalizmin onlara en sevimli gelen yüzü, onların en fazla yanıldıkları ve aldandıkları yüzü olsa gerek: özgürlükler. Kavram tek başına kulağa hoş gelmiyor da değil. Ancak buna liberaller (klasik ve ultra) ile bizim "naif -saf demeye dilim varmıyor-" İslamcıların yükledikleri anlamlar birbirlerinden o kadar farklı ki. Bu başka bir konu...

İslamcılarla liberalizmin bu muhabbetini görünce hayretler içerisinde kalıyorum. Zira özü itibariyle Liberalizm din ile her zaman sorunludur. O sorun liberal düşünce sisteminin dini reformasyona tabi tutmasıyla başlar. Bu kavgayı veren Hıristiyanlığın "reforme" olma süreci hep liberalizmin taleplerine göre gelişti. Bir bakıma Hıristiyanlık dünyevileşerek Liberalizmin kurguladığı "üretim ve tüketim ahlakının" payandasına dönüştürüldü. Sonunda öyle bir noktaya gelindi ki Batı'da din "piyasanın talep ettiği müddetçe gerekli bir ürün" düzeyine indirgendi. Abartmıyorum, bugünlerde "dinin özelleştirilmesi" tartışmaları var gündemde. Bir noktaya gelinecek ve "piyasanın artık dine ihtiyacı yok" dendiğinde "liberal demokrasinin mutlak egemenliği" ilan edilmiş olacak.

Bunu nereden mi çıkarıyorum? Hayek ve takipçileri "kapitalizm, sosyalizme karşı hem psikolojik hem de siyasi nihai zafer kazandı" hükmüne varmanın keyfini çıkarıyorlar. "Ama dünyanın dinlere daha bir süre ihtiyacı var" diye ekliyorlar (M. Christophe PITON, "Are Religion and Liberalism Compatible ?", Institut Hayek, 2005). Peki, ne zamana kadar ihtiyaç var? Orası belirsiz, bekleyip göreceğiz. Bildiğimiz, liberalizmin dini konumlandırdığı yerin "din, liberalizm ihtiyaç duyduğu müddetçe bir gerekliliktir" hükmünde başka bir yer olmadığıdır.

Reform kelimesinden bu denli ürken İslam dünyasının sözü edilen alandaki hamleleri hep akım kaldı. Bu akametin nedeni tek başına İslam dünyasının toplumsallığı ile Batı'nın toplumsallığı arasındaki fark değildi. İki dinin "din" olarak konumlanışları arasında dağlar kadar fark vardı da o nedenle İslam dünyası bu süreci Batı gibi yaşayamadı. Zira İslamcılar çok iyi bilirler ki İslam dini mensupları için İslam "hayatın bütününe ilişkin" "yani Müslüman'ın 24 saatini düzenleyen" söyleme sahiptir. Kamusal-Bireysel alan ayrımının da öyle Batı dünyasındaki karşılığı yoktur İslamiyet'te.

İkbal, Gökalp, Akif, El-Afgani, Abduh, F. Rahman ve birçoğu "İslam toplumlarının geri kalmışlık sorununu" aşmak, daha doğrusu "modernleşmek" için tefekkür, tasavvur ve tahayyül sınırlarını zorladılar. Ama hiçbirisi günümüz liberalizme "eklemlenen" İslamcıların "kolaycılığınıza-fırsatçılığına" kapılmadılar. Peyami Safa'da tam da bugünkü gibi "liberal demokrasiye" balıklama dalanlara "siz liberalizmin neyini biliyorsunuz?" diye sorar, (P. Safa, Doğu-Batı Sentezi) öfkeli bir tonla. Sahi din kardeşlerim, siz liberalizmin neyini biliyorsunuz?

Şimdi durumdan bir çıkarsama yapabiliriz. Liberal dünya tasarımcıları görmüşlerdir ki İslam Dünyası kendi kendini reforme edecek "iç dinamiklere" sahip değil (bu ifadeyi kaç bin kere duyduk), o zaman tıpkı Türkiye'nin AB müktesebatı ile "ehlileştirilmesi" gibi İslam'ı da Liberalizme "eklemleyerek" ehlileştirilme yolu benimseniyor. Süreç zahmetli ve zaman alıcı tamam ama alınan mesafe de azımsanmamalı. Dinler-arası diyalogla İslami'likten İbrahimi'liğe rucü edildi ve kervan yola çıktı. Böylece "nübüvvet" makamı devre dışı bırakılan; hâşâ, peygambersiz bir dine dönüştürülmeye çalışılan İslamiyet de liberalizmin talep ettiği bir "öğreti", bir "ahlak öğretisi" düzeyine indirgenerek bütün cihanşümul iddialarından vazgeçer hale getiriliyor. İnsanlık için bir medeniyet seçeneği olma ve önerme yeteneği tahrip ediliyor. Haksızlığa, emperyalizme isyan motifleri silikleştiriliyor. Plan takır takır işliyor. Öyle işliyor ki dün "laiklik dinsizliktir" diye feryad eden "liberal devşirmeler" bugün komik bir elbise giydirilmiş laikliği diğer İslam ülkelerine satma derdindeki bezirgânları oynuyorlar. Arap baharının ilk tomurcuğu laiklik, iyi mi? Bunu savunan kim peki? Dün insanları küfürle suçlamak için bahane arayan kalemler oturdukları kapital kucağından memnun; sessiz ve "stratejik derinlik" dolu bakışlarla hala burunlarından kıl aldırmıyor, bu da iyi mi? İyi!  

Bu garabet bizi mutlu ediyor sanılmasın. Zinhar! Hüzünlüyüz. Hüzün bize her zamana diğer her sıfattan daha fazla yakışmıştır. Burada iki perdeli bir hüzün var hem de. Birincisi, İslamcıların pragmatist-fırsatçı davranış kalıbına bürünmedeki iştahı ve becerisidir. Buna hayret ediyorum, havsalam almıyor, muhakeme melekem dumura uğruyor. Önünde değişik dini sıfatlar taşıyan gurupların iktidar imkânlarını paylaşmadaki iştahları ve bunu yaparken hak, adalet, helal-haram kavramlarından kopuşlarındaki pervasızlıkları ne büyük bir hüzün gerekçesidir?

Hüznün ikinci perdesinde ise İslamcı geleneğin uzun yıllardır inşa ettiği inanırlılığın ve fikri dayanakların artık bir daha tedavi ve telafi edilemez düzeyde tahribata uğramasıdır. Ne demek mi? Bir daha "adil düzen", bir daha "faiz zülümdür", bir daha "laiklik dinsizliktir", bir daha "Batı batıldır", diyeceksiniz ve birileri size inanacak?