“Elbette var” denildiğini duyar gibiyim. Neticede Türkiye’de yaşıyoruz.

Hala “Türk” kelimesini söylemekten çekinen yöneticilerimiz var. Velev ki gerekti de bir kere  “Türk” dedi; ardından mutlaka “Kürt, Arap, Çerkez…” diye bir dizi kimliği sayma gereği duyar. Armutlar elmalar birbirine karışır, kafalar da… Biraz anlamaya ve anlaşılmaya ihtiyacımız var.

İslamcıların milliyetçilik konusunda bu denli tedirgin olmalarının temel sebeplerinden bir tanesi “milliyetçilik ile ümmetçiliği yarışan iki kavrammış gibi algılamalarıdır. Oysa değil: “Türk milletinden, İslam ümmetinden…” Bu kadar yalın ve bu kadar basit. Bu benim formülüm de değil üstelik; 1900’lardan beri hemen bütün milliyetçilerin benimsediği bir izahtır…

İslamcıları Türk milliyetçiliği konusunda tedirgin eden bir diğer nokta ise milliyetçiliğin Osmanlıyı yıktığı şeklinde oluşturulan söylentidir. Bu elbette doğru değildir. Osmanlıyı yıkan öncelikle kendi iç çürümesi ve elbette Yunan, Sırp, Bulgar, Makedon, Arnavut ve Arap milliyetçilikleridir, Türk milliyetçiliği değil. Yukarıda saydığım unsurlar başta olmak üzere birçok başka kavim Osmanlıdan kopmuş ve geriye bir topluluk kalmıştı. Bu topluluğun daha adı bile konmamıştı. İşte Türk milliyetçileri o topluluğa adını hatırlattılar: Türk… Osmanlı’dan kopan kavimler ekonomide, eğitimde kısa sürede büyük gelişme gösteriyordu. Osmanlı ise geriliyor, tükeniyordu. Zira çağdaşı bütün İmparatorluklarda “hâkim millet” ekonomik güç ve eğitim bakımından en ileri düzeydeydi. İngiltere’de İngilizler, Fransa’da Fransızlar; Rusya’da Ruslar en ileride iken Osmanlı’da Türkler ve Müslümanlar hem ekonomide hem eğitimde en geride olan toplulukturlar. Bunun acısını bugün hala çekmekteyiz, bedelini ödemekteyiz…

En sıkça duyduğumuz milliyet karşıtı ifadelerden bir tanesi “sen Türk’üm dersen onlar da Kürdüm; Lazım; Arnavut’um der…” iddiasıdır... Tekrarlayalım, bizler “Türküm” demeden evvel her topluluk ne olduğunu biliyordu zaten. Ayrıca, bu ülkede ve Türk medeniyet coğrafyasında Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik, Arnavutluk, Araplık, Gürcülük her daim Türklükten daha fazla zikredilmiştir. Osmanlı Rize’nin doğusu ile Artvin’in Batısı arasında dar bir bölgeye sıkışmış “Lazlar” için bütün Karadeniz kıyısını “Lazistan” ilan ettiği zamanlarda Türk adı nadiren duyulurdu...  Ayrıca aynı mantıkla gidersek hâşâ “sen Müslüman’ım dersen o da Hıristiyan’ım der” diye çekinerek Müslümanlığımızı mı saklayacağız? Müslüman Türk’üz, ne var bunda?

İslamcıların yukarıdaki endişelerinin arkasında “milliyetçiliğin parçalanmayı getireceği” fikri önemli yer tutar. Oysa hem Türkçülüğün ortaya çıktığı dönemde hem de günümüzde milliyetçilik “parçalanmayı” değil; bütünleşmeyi savunur. O yüzden milliyetçiler millet tanımı içerisine “soy birliğini” merkezi bir yere koymamış; “dil ve din birliği” vurgusunu öne çıkarmışlardır. Bu haliyle Türklük, tamamen dağınık feodal yapılara bölünmüş vatan coğrafyasında herkesi kuşatan ve kucaklayan bir bütünleştirme davası gütmüştür. Kendi dünyasını köyü; akrabaları; aşireti; boyu ile sınırlayan bir düşüncenin modern emperyalizme karşı direnme şansı yoktu ve yoktur. İslam dünyası da param parçaydı ve hala öyle. Milliyetçilik önce iç (Türk milleti) sonra dış (İslam Ümmeti) bütünleşmeyi amaçlıyordu. Ziya Gökalp’i okuyan bunu görür…

Milliyetçiliğin ırkçılık ile özdeşleştirilmesi İslamcıların düştükleri bir diğer hatadır. Türk milliyetçiliği geleneğinde “ırkçılığa en yakın duran” kişilerin başında gelen Nihal Atsız dahi “Türk ırkı” ile “Türk milleti” kavramını ayırır ve “Kendisinden yabancı bir milliyet şuuru olmayanları kendimizden sayarız… Annesi Türk olmayan Yıldırım Bayezid’i milli kahraman sayıp onunla övünürüz” der. Gökalp için soy birliği milli bütünlükte etkilidir ama gerekli değildir; dil ve din birliği belirleyicidir. Bu Alpaslan Türkeş’te de, Arvasi hocada da böyledir. Milliyetçiliğin siyasi temsilcisi Milliyetçi Hareket Partisi’nde ve Ülkü Ocaklarında Boşnak, Çerkez, Abaza, Kürt, Gürcü, Arnavut kökenli Ülküdaşlar ortak değerlerine sarılarak “büyük ve müebbet ülkenin” hayalini kurarlar…

Anlaşılıyor ki İslamcılar Türk milliyetçiliğini Batı nasyonalizmi ile eşanlamlı yorumladıkları için yanılıyorlar. Doğrudur, Batı nasyonalizminin hâkim karakteri ırkçılığa yakındır. Ama Türk milliyetçiliği ne nasyonalizm, ne ulusalcılık ne de ırkçılıktır… Yaslandığı yer Türk tarihidir ve ırkçılık, Türk tarihinin günümüze taşıdığı bir miras değildir. Bu o kadar böyledir ki Nihal Atsız Mehmet Akif’e övgüler düzerken kimi İslamcılar O’nun “Arnavutluğundan” söz etmekten hoşlanırlar nedense… Daha da vahimi, günümüz bir kısım İslamcılarının Osmanlıyı “masum, kusursuz, günahsız” olarak addederek adeta dokunulmaz kılmalarıdır. Bir devletin, kavmin veya o devlet mensuplarının topyekûn “masum, kusursuz” varsayılması ırkçılıktır. Oysa Türk milliyetçileri için Osmanlı sevaplarıyla ve günahlarıyla bizimdir, Türklük ummanının muhteşem bir parçasıdır…

Gelecek yazımda bu konuya devam edeceğim.

Not: “İslamcı” kavramıyla kastedilen “Müslümanlar” değildir. İslamiyet’i siyasi kurgulamaların ve yorumlarının merkezine oturtanlar; televizyonda, sağda-solda kendilerine “İslamcı yazar” diyenlerdir.