İstanbul'da hem tarihi dokuyu, hem de kentsel dokuyu hiçe sayarak yükselen blokların geldiği son durum siluet tartışmalarını kamuoyunun gündemine taşıdı. Bizim yıllardır gündemimizde olan ve tabiri caizse dilimizde tüy bitiren medyaya yansıyan fotoğraflar karşısında tarihi dokuya ve İstanbul'a karşı yapılan haksızlığı tanımlayacak planlama literatüründen herhangi bir karşılık bulmak imkansızlaşıyor. 20 yılımı verdiğim planlama mesleğinin bu şekilde uygulamaya koyulmasını maalesef hayretler içerisinde izliyorum.

1990'ların başından itibaren o tarihlerde Turizm Bakanlığı'nca onaylanan "Turizm merkezi alanları"nda, kentsel dokuya aykırı, tarihe saygısız, İstanbul siluetini tahrip eden yapılar ortaya çıkmıştır.



2002 sonrasında Haydarpaşaport, Galataport, Zeyport , Ataköy sahili'nde TOKİ tarafından gerçekleştirilmek istenen sonrasında vazgeçildiği "iddia edilen" proje ve daha pek çok benzerini sayabileceğimiz projenin İstanbul'un kentsel dokusu ile bir orantısızlık içerisinde olduğunu artık herkes dile getirmektedir. Bu uygulamaların kente getirdiği yoğunluk ve uygulamaların hukuk dışılığı İstanbul'un bugünkü durumuna gelmesinin en büyük sebebidir. Tüm bu hukuk dışılığın yanında gerçekleştirilmeye çalışılan projeleri meşrulaştırma çabaları da bir diğer akıl almazlıktır. Örneğin Galataport gibi bir projeye hem kıyının kamusal kullanıma kapatılması, hem de kent siluetini olumsuz etkilemesi nedeniyle karşı çıkılmasını bile yabancı sermaye düşmanlığı gibi kamuoyuna yansıtmaya çalışarak işin sulandırılmasına ve tartışmayı bir başka mecraya kaydırarak genel konudan saptırılması çabalarına bu kent hayretle tanık olmuştur. İstanbul'da göreve gelenler değişse bile yönetim anlayışının değişmemesi ve İstanbul'un gelişigüzel kararlarla yönetilmesi sonucunda da İstanbul'da kentsel dokuya uygun olmayan yapı üretim süreci, olağan bir süreç haline gelmiştir. 

Bunların yanı sıra son 10 yılda belediye meclisine gelerek kabul edilen ve sayısı bir yıl içerisinde binleri bulan imar planı değişiklikleri, hem mevcutta yapılan planların kendi içerisinde kurulmuş olan sistematiğini bozmakta, hem de bütüncül planlama ilkesine aykırı sonuçların oluşmasına neden olmaktadır. İmar planı değişiklikleri çoğunlukla bahsettiğim örneklerde de olduğu gibi kentin dokusuna aykırı durumların oluşmasına neden olmaktadır. Örneğin Kadıköy sahilinde yer alan otel, son dönemde kent dokusuna aykırı yapılan yapılara verilebilecek en güzel örneklerden biridir. Hem yapının kendisi itibariyle hem de yapım süreci itibariyle tamamen çarpık bir yönetim anlayışının ürünüdür.

Sadece iktidar partilerine mensup olan belediyeler değil, ana muhalefet partisinden seçilen belediyelerde de aynı vurdumduymazlıkla karşı karşıya kalmaktayız. İstanbul siluetinin en önemli parçalarından biri olan Kadıköy'ün bağrına hançer gibi saplanan otelin inşaatı bitinceye kadar hiçbir açıklama yapmayan ilgili ve yetkili belediyeler, sonrasında oteli görmediklerine (!) dair beyanatlarda bulunmuşlardır. 2009 Mahalli İdareler seçimi sürecinde bahsi geçen otel yükselmeye başladığında, ilgili belediyeler yapıyı farkedememişiz diye kamuoyuna açıklamalarda bulunmuşlardır. Halka karşı borçlanmış oldukları özrü dileme cesaretini ve yürekliliğini bile yerine getirememişlerdir. Bu zihniyetle yönetilen İstanbul'un halinin aslında ne kadar içler acısı olduğunu anlamak gayet mümkün.

İstanbul'un morfolojisine, arazi yapısına, mevcut kentsel dokusuna, tarihi ve kültürel yapısına tamamen aykırı şekilde hayata geçirilmeye çalışılan, diğer bir ifadeyle kentin farklı ve de maddi olarak yüksek değere sahip olan bölgelerine eklenmeye(!) çalışılan projeler, sadece projenin sahiplerine ve ortaklarına kazanç sağlamanın ötesine gidememektedir. Kentin özgün dokusuna geri döndürülemeyecek şekilde zarar veren bu projeler sadece günü kurtarma zihniyetinin hâkim olduğu yönetim anlayışının kent toprağına yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Kente hiçbir katma değeri olmayan bu projeler, kamusal alanları da yok etmektedir. Proje gözle görülebilir bir hale geldikten, yapılan yüksek yapılar tarihi önemi çok büyük olan yapılarımızı ya da kentin geride kalan bölümünü gölgelemeden önce tepkilerimizi ortaya koymamız gerekiyor ki geri dönüşü zor durumlar içine girilerek kamu da zarara uğratılmasın.

İstanbul'u yönetenlerin onayladıkları imar planlarının ne anlama geldiğini algılayamamaları da kabul edilemez bir durumdur. Belediye meclisleri İstanbul'u göz göre göre bu hale getirmektedirler. Çünkü komisyon raporlarıyla alınan meclis kararlarına bakıldığında tüm detaylarda taban tabana zıt oldukları açıkça görülmektedir.

Yukarıda da değindiğim gibi İstanbul'a yüksek yapı yapılması konusu aslında 1990'lı yılların başında tartışılmaya başlanmıştır. Yer seçimine yönelik olarak konunun tartışılması aslında önemli bir husustur, ancak tartışmaların kentin özellikleri gözönünde tutulacak şekilde yapılması gerekmektedir. Aksi takdirde bugün geldiğimiz noktada olduğu gibi imar planı değişikliğini onaylatan ve inşaatı yapacak kadar sermayeye sahip olan herkesin istediği yerde istediği yükseklikte yapı yapmasının önü açılmış olur. Böylelikle de yüksek yapılar doğru yere yapılmaktansa sermaye sahipleri tarafından en fazla kar getireceği düşünülen alanlara yapılır. İstanbul'un her ne kadar üst ölçekli planı olduğu söyleniyorsa da bu kadar değerli bir kentin stratejik olarak halen daha nasıl yönetileceği belirli değildir. İstanbul aylık olarak belediye meclisinde alınan kararlarla yönetilmektedir. Alınan kararların üst ölçekli plana uygun olup olmadığı hususu üzerinde bile durulmamaktadır. Hatta gerektiği takdirde alınan/alınması gereken karara göre üst ölçekli planda bile değişiklik yapılabilmektedir. Bu da bütüncül olarak kente yönelik alınan kararların bir sistematiğin içerisine oturmasını imkansız hale getirmektedir. Yönetimdeki bu zaafiyetin ve parçacıl yaklaşımın da kente yansımalarını hem çarpık yapılaşma şeklinde, hem de kent içerisinde sırıtan, mevcut kentsel dokuyla bütünleşmeyen yapılarla net olarak gözlemleyebiliyoruz. İstanbul'da bu denli fazla sayıda imar planı değişikliğinin onaylanmasının altında yatan gerçekleri büyükşehir belediyesinin kamuoyu ile mutlaka paylaşması gerekmektedir. Turizmi geliştirme maskesi altında yapılan değişikliklerin de sonrasında inşa edilen yapıların büyük bir çoğunlukla turizmden ziyade konut ve ticarete hizmet edecek şekilde kurgulandığı görülmektedir.

Tüm bu projelere dair kararlar, belediye meclislerinde onaylanırken alınan meclis kararlarında ya da karar öncesinde yazılan komisyon raporlarında nasıl bir sonuçla karşılaşılacağı anlaşılamıyor mu? Belediye teknik kadrolarında yer alan çalışanların, sonuçların nasıl olacağına dair yazdıkları açık ifadelere rağmen bu gibi önemli konuların  gözden kaçtığına dair beyanatların yetkililerce kamuoyuna ilan edilmesi tam bir ikiyüzlülük değil midir? Meclis üyelerinin oylarıyla ve genellikle oyçokluğuyla kabul edilen kararların sonuçlarının mekana yansımalarını her dönemde de maalesef görmeye devam etmek zorunda mıyız? Kent yöneticilerine giden bu gibi kararların sonuçlarına yetkili merciler tarafından şaşırılmasının acizliğini de kamuoyunun yorumuna bırakıyorum. İstanbul'da kentsel dokuya aykırı, mevcut yoğunluk değerlerini daha da arttırıcı, ulaşım ve altyapı maliyetlerine daha fazla yük bindiren bu hukuksuz senaryoyu 30 yıldır aynı film olarak seyrediyoruz. Artık bu hukuk tanımazlık ve vurdumduymazlık ecdad yadigarı yapılarımıza kadar uzanmış durumda. İstanbul'un tarihi ve kültürel mirası yapılar bile kent toprağının pazarlanmasına dayalı kentsel ranta kurban edilmeye başlanmıştır. Bu yönetim anlayışı İstanbul'u kentsel rantın tutsağı haline getirmiştir. Ecdad yadigarı yapılara ve siluete gölge düşürmek de ancak böyle bir anlayışa yakışabilecek bir harekettir.