(bu yazı ermeni meselesinde kullandığımız diplomatik ağzın yeniden gözden geçirilmesi için daha doğrusu bu diplomatik ağzı neden reddetmemiz gerektiği hususundaki gerekçeleri muhtevadan ibarettir.)

Resmi tarihe göre ya da yaygın tarih anlayışında, insanoğlunun ilk mesleği avcılıktır, şeklinde bir kabul vardır.(bence böyle değildir, çünkü Hz. Adem çiftçiliği biliyordu. Hatta yazıyı Sümerlerin bulduğu söylenir ki bence saçmadır. Neden mi; Hz. Adem'e indirilmiş suhuf vardır. Bu sahifeler neticede yazıdan ibaretti).

Neyse bu mesnet çekişmesi bir tarafa nihayette toplayıcılıktan mütevellit avcılık dediğimiz iş, hatt-ı zatında gayet ciddi bir mevzuudur. Zira Yüce Yaradan mahlûkata "ol" dediğinde, sonsuz ilim gereği mahlûkat çeşitli niteliklerinin yanında av ve avcı olarak da dizayn edilmişti. İnsan da fiziki dizaynı gereği bir avcıdır.

Erkek, dişi, kısa, uzun, iri, narin vs... En temel tasarım hususlarından bir tanesi de av ve avcı mes'elesidir. Zira av dediğimiz hayvanat genelde otçul olmakla birlikte narin bir fiziki yapıya sahiptir. Tavşan, keklik, keçi, geyik vs. gibi. Avcı dediğimiz hayvanlar ise etçil ve saldırgandır. Her iki tür de kendi fıtratlarının gereği bir fiziki yapıya Yüce Rabbimiz tarafından büründürülmüştür.

Keçilerin, tavşanların ve bil cümle avların ağızları küçük, dişleri narin ve gözleri yandadır. Neden gözleri yanda; tehlikeyi fark etmek ve kaçmak için. Hatta kulakları da iyi duyar.

Avcı mahlûkatın ağızları geniştir. İyi koku alır. Ve gariptir, gözleri de öndedir. Neden; saldırmak için. Bir de birinci ve ikinci sınıf avcılar vardır. Mesela kurt, aslan gibi hayvanat birinci sınıf avcı iken, tilki, çakal gibi hayvanlarda ikinci sınıf hayvanlardır. Tabiri caizse işbirlikçidir bunlar. Tek başlarına iş göremezler. Birinci sınıf avcı mahlûkatın emrinde çalışırlar. Avlar için ise sınıf farkı yoktur. Onlar avdır.

(Yüce Allah'ın (CC) ulûhiyeti ve sonsuz ilmine akıl ermiyor. Allah, tek büyüktür.)

Bir hikâye ile devam edelim de yazımızın avcılık hususiyetlerinden ibaret olmadığı anlaşılsın.

Kurt salına salına gelir ırmağın başına. Etraflarda kimseler yoktur. Zira ormanda bir sulh hali vardır. Bu durum avcı mahlûkat için can sıkıcı bir durumdur. Bu kararı alan da kendileridir. Neden mi, av paylaşımını hâlâ becerememişlerdir. Hal böyle olunca da bir sulh devri peyda olmuştur. Ormanda ne vakit böyle bir ara durum olsa bunun arkasından gelen süreç çok kanlı olmaktadır. Neyse biz kurdun ırmağın başına geldiği an'a dönek. Kurt susamıştır, burnunu suya tam batıracağı sırada on-onbeş metre kadar aşağıda kuzuyu görür. Daha bir yaşına dahi basmamıştır kuzu, zoraki selam verir. Kurt selamını alır ama kurdun canına tak demiştir bu süreç. Bu ipin bir yerden kopması gerekmektedir. Bu sırada kuzuya seslenir;

-Suyu bulandırmasan kuzucuk.

-Olur mu kurt abi, sen yukardan su içiyorsun ben aşağıdan, ben nasıl suyu bulandırabilirim.

Öyle ya saçmaydı bahane. Neyse, kurt kararını verdi, ilahi nizam kitabının tabiat ünitesinde av-avcı fıkrasındaki kaidenin önünde hangi mahlûkatın kuralları geçerli olabilir ki.

Cevap gecikmedi.

-ben seni yemek istedikten sonra......

Şimdi şu ermeni mes'elesi. Dünya kamuoyuna malzeme olan bu mesele aslında gözümüzün nerde olmasına kendimizin karar vermesi anlamını taşımaz mı?

Taşır.

Yani av mıyız, avcı mıyız?

Eğer avcıysak, gözlerimiz öndeyse, yelemizin kabarması dosta güven düşmana korku salacaksa bu politik ağzı komple değiştirmek lazımdır.
Yok, biz soykırıma uğramışız, yok yapmışız, yapmamışız. Yok sözde, yok özde. Falan filan...

Bizim büroya gelirken karakolun önünden geçiyorum. Birkaç gün önceydi, sipsi bir tiple cevval bir adam ve birkaç polis karakolun önünde, diyalog aynen şöyle;

Sipsi adam diyor ki; ben dayak yedim.
Cevval adamdan cevap; Evet yedin. Aynı şeyi yaparsan yine yersin.
Polis; beyefendi sakin olun.

Maksat hâsıl oldu ümidiyle, selametle...