Ülkemizde gecekondu yapımına karşı ilk yasal düzenlemenin yapıldığı 1948 yılından bu yana geçen altmışbeş yıllık süre zarfında, kontrolsüz ve plansız gelişen kentlerimizdeki sağlıksız yapılaşma nedeniyle vatandaşlarımızın büyük bir çoğunluğu afetler karşısında büyük yıkımlarla, bilerek ya da bilmeden burun buruna yaşamaktadırlar.

Tüm bu bilimsel gerçeklere ve günümüze kadar yaşanan afetlere rağmen, kentlerimiz halen daha hayati sorunlarla karşı karşıyadır. Ülkemizde özellikle son yıllarda, sadece "gündem odaklı" Kanun ve yönetmelik çalışmaları maalesef artarak devam etmiş, çözüm odaklı ve uzun vadeli projeler bir türlü hayata geçirilememiştir(!). Bunun son örneği de Van depreminin ardından hükümetin hızla, üzerinde yeterli mesaiyi harcamadan ve bilimsel gerçeklere dayandırmadan, keyfi uygulamaları merkezine oturtmuş olan "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı"dır.

Kamuoyunu 2000'li yılların başından bu yana belirli aralıklarla meşgul eden ve kamuoyunda 2/B Kanunu olarak bilinen  "Orman Köylülerinin Kalkındırılmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi İle Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun", kapsamı genişletilerek geçtiğimiz günlerde kanunlaşmıştır. Söz konusu kanunun ardından, Bakanlar Kurulu tarafından imzalanarak TBMM`ye sevk edilen "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı"nın da önümüzdeki kısa dönemde kanunlaşacağı ve kanuna istinaden uygulamalara hızla başlanılacağı kamuoyunda ve kulislerde konuşulmaktadır. Ancak, biri kanunlaşan, diğeri de kanunlaşmak üzere olan, "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı" ile "Orman Köylülerinin Kalkındırılmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi İle Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun", amaçları yönünden birbirleriyle açıkça çelişmektedir. Kanun tasarısının da kanunlaşacağını kabul ederek her iki konu üzerinden değerlendirme yapıldığında, özellikle 2/B arazilerinde yaşayan vatandaşlarımız açısından kabul edilemez bir sürece doğru ilerlendiği görülebilmektedir. Tersi durumda ise, yani "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı" kanunlaşmadığı takdirde, 2/B arazilerinde var olan riskli yapıların tapulanarak affedilmesi, yaşayanların kendi kaderine terk edilmesi durumu söz konusu olacaktır.

Kanun tasarısı hem yukarıda da değindiğim gibi daha yeni kanunlaşmış olan bir hususla çelişmekte, hem de yerelleşme, kentsel dönüşüm, planlama, bütünsellik, toplum yararı, katılım, yönetişim gibi planlamının önemli tanımlarının içini boşaltmakta ve planlama sistematiği ile şehircilik ilke ve esaslarını yerle bir etmektedir. Kanun tasarısı içerdiği düzenlemelerle, deprem ülkesi olma gerçeğimizin arkasına saklanarak, kentlerden başlayarak doğal kaynaklarımza kadar uzanan alanlarda "kentsel dönüşüm" adı altında keyfi ve bilinçsiz uygulamaların önünü açabilecektir.

Afet riskinin azaltılması gerekçesiyle oluşturulan tasarıda, bir yandan hukuka aykırı durumlar söz konusuyken, diğer yandan da bilimsel gerçekler ve sürdürülebilir yaşam hiçe sayılmaktadır. Tasarının kabulü ile birlikte yaşamımızın devamlılığının gerçek sigortası olan ormanlar, meralar, sulak alanlar, kıyılar ve tarım alanları gibi doğal varlıklarımızın yok edilmesine olanak sağlanarak yeni afetlerin oluşmasına da neden olunacaktır.

Söz konusu tasarı ile Türkiye kentlerinin sorunlarının çözülmesi mümkün olmadığının anlaşılması gerekmektedir. Bir mevzuat düzenlemesine ihtiyaç olduğu ise aşikardır, ancak hükümetleri döneminde belediye, yerel yönetimler ve imara ilişkin özel kanunlar yürürlüğe koyan hükümetin gündemine afetin 10 yılın ardından ancak gelebilmesi açık bir yönetim zaafiyetidir. Kentlerimizin afetlere karşı bu denli güçlendirilmeye ihtiyacı olan yapı stoğuna sahip oldukları gerçeği önümüzde çok net duran bir tablo iken, alınması gereken önlemlerin hem bu denli geciktirilmesi, hem de bu denli bilimsel çerçeveye oturtulamaması yine gündem odaklı yapılan çalışmaların bir yansımasıdır.

Kanun tasarısının ne kadar yanlış çözümlere ve vatandaşlarımızın mağduriyetlerine neden olabileceği, içeriğindeki her bir maddede ayrı ayrı görülebilmektedir. Tasarı bütün olarak değerlendirildiğinde; kişilerin mülkiyet haklarını keyfiyetle kısıtlayan, kamu mülkiyetindeki alanlardaki tek yetkiyi bakanlığa vererek yerinden yönetim ilkesini tamamen ortadan kaldıran ve tüm doğal alanlarımızın (meralar, ormanlar,kıyılar,tarım alanları vb.) imara açılmasına olanak sağlayabilecek bir düzenleme olarak nitelendirilebilir.

Kanun tasarısındaki her bir detay ayrı ayrı incelendiğinde, uygulama aşamasında birçok mağduriyete sebebiyet vereceği açıkça anlaşılmaktadır. Öyle ki; tasarının maddeleri ile birlikte riskli yapıların tespitine ilişkin keyfiyete bağlı bir sürecin önü açılmış olacak. Bakanlık veya yetkili idare, herhangi bir bölgede her yapıyı "riskli yapı" kapsamına, kişilerin bilgileri olmadan alabilecek. Her türlü imar ve yapılaşma işlemlerinin geçici olarak durdurulabilmesine olanak sağlanarak, hem maddi kayıpların, hem de hak kayıplarının ortaya çıkmasına mahal verilecektir. Riskli alanlardaki yapılar ile riskli yapılarda ikamet edenleri mağdur edecek şekilde tahliyelerin yapılmasının önü de açılacaktır. Vatandaşlarımızın mülklerine elektrik, su ve doğalgaz gibi en temel hizmetlerin verilmemesi ile kollarından tutup kapı dışarı edilmelerine neden olunacaktır. Tevhid ve ifraz gibi mülkiyet sahiplerini birebir ilgilendiren uygulamaların idareler eliyle re'sen yapılması, kişilerin anayasal haklarından biri olan mülkiyet haklarının kullanımının sınırlandırılması durumunu ortaya çıkaracaktır. İktidarın, özel kanunlarla imar yetkilerini dağıtmayı her yeni kanunla birlikte alışkanlık haline getirmesi durumu bu kanun tasarısında da esgeçilmemiştir. Bakanlık veya TOKİ bir özel tanımlı alanda daha, her tür plan, proje ve düzenleme yapma konusunda yetkilendirilecektir. Vatandaşlarımızın anayasal hakkı olan dava açma hakları da bir yeni kanunla daha kısıtlanmış olacaktır.

Ayrıca kanun tasarısı, yürürlükte olan 3194 sayılı İmar Kanunu ile de çelişmektedir. Söz konusu kanun tasarısı kapsamında yapılacak olan planlar, İmar Kanunu ve ilgili diğer mevzuatlarca belirtilen kısıtlamalara ve askı ilan sürelerine tabi olmayacaktır. Bu da yine planlama ve uygulama aşamalarında keyfiyete bağlı süreçlerin işletilebileceğinin açık kanıtıdır. Mevzuata göre yapılan tüm planlama çalışmalarının hak sahipleri ile onay aşamasından önce kamuya açık ve ulaşılabilir bir alanda paylaşılması ve itiraz edilecek ise askı süresince itirazların kabul edilmesi gerekmektedir. Ancak kanun tasarısındaki hükümler ile hak sahiplerinin bilgi edinmeleri engellenmekte ve konuya ilişkin tüm ilgili mevzuat maddeleri çiğnenmektedir.

Tasarıda, "kanunun maddeleri ile çelişen diğer kanun maddelerinin aykırı hükümleri uygulanmaz" şeklinde ifadeler de yer almaktadır. Bu durum, hukuk sistematiği açısından kabul edilebilir bir durum değildir, aksine imar ve yapılaşmayı düzenleyen kanunlar arasında çelişkilerin olmaması, bir bütünlük arz etmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak kentlerimizde çok büyük ölçeklerde güçlendirme ve yenileme projelerinin hayata geçirilmesi ve bunun toplumun hiçbir kesiminin mağdur edilmediği şekilde yapılması gerekirken, geçtiğimiz Ekim ayında Van'da yaşanan büyük deprem felaketinin ardından, alelacele ve yeterli hazırlık yapılmadan oluşturulan kanun tasarısı yürürlüğe sokulmak istenmektedir. Kentsel dönüşümün ve başta deprem olmak üzere kentlerimizin tüm afetlere karşı iyileştirilmesi ve yeniden yapılandırılması gerekliliği, gerek akademik çevrelerce, gerek sivil toplum kuruluşlarınca, gerekse de vatandaşlarımızca sürekli olarak vurgulanmaktadır. Aynı zamanda afetlere hazırlık konusunda yapılacak yasal düzenlemelerin imar planlama ve yapı sürecini düzenleyen diğer kanunlarla mutlaka uyum içerisinde olması gerekmektedir. Bu çerçevede özel bir kanun düzenlemesi yerine 3194 Sayılı İmar Kanunu'nun içerisinde afetlere ilişkin bir bölümün oluşturulması, çok daha doğru bir yaklaşım ve çözüm olacaktır. Ülkemizin afetlere hazırlanması konusunda bu düzenlemeye mutlak suretle ihtiyaç vardır, ancak hazırlanan kanun tasarısı ihtiyacı sağlayacak nitelikte ve içerikte olmaktan çok uzaktır. Kentlerimizin afetlere karşı güçlendirilmesi için bu şekilde hazırlanmaya çalışılan ve yürürlüğe koyulan kanunlarla çözüm üretebilme arayışları, iyi niyet göstergesi olma çabasının ötesine maalesef geçememektedir. Başta deprem olmak üzere tüm afetlere karşı kentlerimizin yapı stoklarının kuvvetlendirilmesi 20 maddelik bir kanun metni ile gerçekleşebilecek mi? Bugüne kadar afetler nedeniyle yitirdiklerimiz kanunun olmayışından mıydı? Depreme karşı tek eksiğimiz bugüne kadar sadece bir kanun muydu? Tüm bunların mutlaka sorgulanması ve cevaplandırılması gerekmektedir.