Başbuğ Türkeş!

 

“Ben Türk Milletini,

Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,

Rüşvet ve hile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenine

Ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya

yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum.

Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine,

yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası

hak yolu, hakikat yolu, ALLAH YOLUna çağırıyorum”

Alpaslan Türkeş

Bir Ülkücü Başbuğu için ne diye bilir?

Zannım odur ki başka hiçbir titr, hiçbir unvan, hiçbir dünyevi makam O’na “Başbuğ” kadar yakışmamıştı. O Ülkücülerin Başbuğ Türkeş’iydi, Ülkücüler O’nun Bozkurtları!     

***

1980’lerin başları Ülkücülerin dünyada yapayalnızlığa mahkûm yaşadığı dönemlerdi. Bir zamanlar Başbuğun etrafında kalabalık olanların ““artık ideolojiler dönemi bitti” diyerek aslında kendi nefeslerinin tükenişine hüküm verdikleri günlerde dahi Ülkücüler “Türk milliyetçiliği fikir sisteminin başucu kitabı 9 Işık’ı” büyük bir keyifle okumaya devam ettiler. O günlerden sonra geçen her yıl Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminin ne denli güçlü, vazgeçilmez ve haklı bir hareket olduğuna şahitlik etti. Direnme gücünü Türk milletinin manevi şahsiyesinden alan bu hareket Türkiye’de solun, İslamcılığın çöküşüne ve yozlaşmasına tanıklık etti. Kimler geldi, kimler gitti. Gömlekler giyildi, gömlekler çıkarıldı. Sermaye ve dünyevilik soldan sağa bütün idealleri kuşatıp kendi istediği kimli(ksizli)ğe büründürdü. Ama Ülkücüler hala “üç hilalin gölgesinde” Başbuğ Türkeş’in gösterdiği ufuklara doğru başlattıkları yürüyüşe devam ediyorlar. Hem de çoğu zaman “Taif’te taşlananın” yalnızlığı kadar büyük ve derin bir yalnızlıkla!

***

Sözün bundan sonraki kısmını “9 Işık” söylesin…  “9 Işık” okumalarından rastgele seçilen notları bir sistematiklik kaygısı gütmeden paylaşmak en iyisi…

***

Türkiye’de milliyetçiliği nasyonalizme eşitlemeyi marifet sanan aydınlara inar, Başbuğ Türkeş, Türk Milliyetçiliğinin nev-i şahsına münhasır karakterini her daim vurgulamıştır. Demiştir ki: “Milliyetçilik anlayışımız, maneviyatçı, akılcı, demokratik, çağdaş bir milliyetçiliktir. Nazist Hitler ırkçılığının, her türlü antidemokratik, insan sevgisine dayanmayan emperyalist ırkçılığın karşısındayız.”

Zira “Türkçülük, milliyetçilik anlayışımız; manevi şuurlanmaya dayanır. Bu temel üzerinde Türklük şuuruna ermiş, samimi olarak ‘ben Türküm’ diyen herkes Türk’tür… Türkçülüğü kısaca şu şekilde özetleyip tarif edebiliriz: Her faaliyetin Türk milletinin milli menfaatlerine uygun bir şekilde düzenlenmesi, yürütülmesi görüşüdür.”

***

Türkiye’nin bizim için ne anlama geldiğini Başbuğ’un “Son Vatan Parçası” yazısından öğrendik. “Davran ey oğul! Davran artık… Elde ne harcanacak Rumeli, ne Macar Ülkeleri, ne Suriye ve ne Irak, ne Filistin ve ne Mısır, ne Trablus, ne Tunus ve Cezayir, ne de Kırım ve Kafkas kaldı. Elde kalan son vatan parçasıdır!... Son vatan parçası… Her şeyin üstünde Büyük Türkiye… Bizim bahtiyar Türkiye’miz yükselsin!...” 

***

Henüz çok genç yaşlardayken yazdığı “Tuna” güzellemesini mutlaka ayrı bir yere koymak lazımdır. “… Bir gün ansızın Tuna’nın bitmeyen geceleri sabaha erdi. Topraklarda bir sarsıntı başladı. Havada bir toz ve duman bulutu yükseldi. Yaklaşan bulutun içinden dağ gibi atlarda, dağ gibi kahramanlar belirdi. Yüzlerinden nur ve hareket taşıyordu. Gözleri ışık ve enerji doluydu. İsimleri mertlik ve sertlik taşıyan ahenkli, tok bir heceden ibaretti: TÜRK!

***

“Türk Birliği” dendiğinde destanlara karışmış zamanların bir akıncı beyi olurdu. Sesi kadar hedefleri de destansıydı. “Biz Türk Birliği ülküsünü yine şanlı bir bayrak gibi göklerde yükselterek taşıyoruz…. Çünkü biz Türklüğün ezeli ve ebedi hakları için döğüşeceğiz….” Bu buyruğu alan hangi yiğit tereddüt eder ki davasından?

***

Metnin başında bir alıntı var. Başbuğ’un çok hoşumuza giden “Büyük Hedef: Allah Yolu” yazısı göğsümüzden taşar evrene yayılan bir “Kızılelma” olurdu… Ucuz heveslerin değil, ilahi nefesle yoğrulmuş bir davanın mensubiyet şuuru bu yazı ile kristalleşti.

***

Türkeş’in 1950’de CHP’nin “tek parti” döneminin sona ermesine ilişkin tespiti de yıllarca milliyetçi harekete yapılan yakıştırmaların ne denli yersiz olduğunu gösterir: “Tanrıya şükürler olsun ki, 14 Mayıs 1950’de Türk milletinin vermiş olduğu şanlı bir kararla, meş’um tek parti zihniyeti yıkılmış ve Türkçülüğün ufku yeniden aydınlanmıştır.”

***

Sonuç olarak denilebilir ki “Ülküler bir şahsın hayatında gerçekleşmeyebilir, ancak millet hayatında onları gerçekleştirebilecek birileri mutlaka olacaktır.” Başbuğun bu tespiti Ülkücülerin her daim gözlerini ufuklara dikmesi; hayal kırıklığına uğramaması ve uzun nefesli bir koşuya talip olması için bir teminattır.

***

İşte sadece yukarıdaki alıntılardan bile şöyle bir hüküm çıkarılabilir: Zannım odur ki başka hiçbir titr, hiçbir unvan, hiçbir dünyevi makam O’na “Başbuğ” kadar yakışmamıştı. O Ülkücülerin Başbuğ Türkeş’iydi, Ülkücüler O’nun Bozkurtları!