Artık öyle bir noktaya geldik ki bir afet sonucunda 13 canımızı kaybettik diye üzülmek yerine, daha çok can kaybetmedik diye sevinmemiz gerektiği empoze ediliyor bizlere. Yer seçim kararı bilimsel ölçütlere göre değil de, ranta göre alındığı açık ve net olan bir konut projesi bile ekranlarda yanlış bir uygulama yoktur denilerek savunulabiliyor gözümüzün içine baka baka. Televizyonlara çıkıp "evet yanlış yapmışız" denileceğine, vatandaşlarımızın hatalı olduğu bile söylenebiliyor.

Peki buralara nasıl gelindi? 1950'lerden bu yana yaklaşık 60 yıllık süreçte özellikle metropol kentlerde 1980'lerden sonra ivme kazanan sağlıksız ve çarpık kentleşme, sorunlu yapı stoku ve buna göz yuman yönetim anlayışı hangi amaçlara hizmet etmiştir? Sağlıksız kentleşme ve bu süreci oluşturan kentsel rant politikaları hangi amaçlara hizmet ediyor? Ya da afetlerden korunmak için çıkartıldığı iddia edilen kanunlar, yönetmelikler ve kanun hükmünde kararnameler, kentlerimizin iyileştirilmesi için yapılacağı söylenen kentsel dönüşüm, vatandaşlarımızı sadece depremden mi koruyacak? Diğer afetleri sadece oldukları zaman önemseyip gündem değiş(tiril)ince yine unutmaya devam mı edeceğiz? Türkiye'de vatandaşlarımız sadece deprem nedeniyle oluşacak hasarlara karşı mı korunmalılar? Vatandaşlarımızı "Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun" ile adı üstünde afetlerden koruyacak önlemleri alması gereken kanun neden sadece deprem odaklı projelerle hayata geçirilmeye çalışılıyor? Bu ülkede tek can alan afet deprem midir, sadece depremden korunarak tüm sorunlar çözülebilir mi?

Maalesef tüm bu sorduğum sorunların cevaplarını olumlu yönde vermek, an itibariyle mevcut yönetim anlayışı nedeniyle imkânsız. Çok uzağa gitmemize gerek yok geçtiğimiz hafta Samsun'da yaşanan sel felaketi ile 12 vatandaşımız hayatını kaybederken, dün yine yapılan tüm uyarılara(!) rağmen, sağanak yağış sonucu oluşan selde 1 vatandaşımız daha hayatını kaybetti. Geçtiğimiz Mayıs ayında Giresun'daki HES inşaatında meydana gelen heyelanda 4 vatandaşımızı, Nisan ayında Çaycuma'da çöken köprü nedeniyle 15 vatandaşımızı, Ağustos 2010'da Rize Gündoğdu'da sel ve heyelan nedeniyle 13 vatandaşımızı, Eylül 2009'da İstanbul Ayamama deresi'nde yaklaşık 30 vatandaşımızı ve yine Eylül 2009'da Borçka'da sel ve heyelan nedeniyle 5 vatandaşımızı kaybettik. Vatandaşlarımızın hayatlarını afetler sonucu kaybettiği örnekler maalesef daha da çoğaltılabilir. Hal böyleyken, yani ülkemizin iklimi, toprak yapısı, üzerinde bulunduğu fay hatları ve yağış rejimleri gibi afetleri tetikleyici pek çok farklı coğrafi faktöre sahip olması durumu söz konusu iken "kentsel dönüşüm", kentlerimizdeki yapı stoklarının yenilenmesi ve yaşanabilir, yüksek standartlı çevrelerin oluşturulması için sadece deprem odaklı çalışmalara takılıp kalmak, bilimsel olmamasının yanı sıra mevcut yönetimin sadece günü kurtarma politikası ile hareket ettiğinin de bir başka kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır.

"Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun" ile ülke genelindeki yapı stokunun yenilenmesini(!), yargının işlemesini bile engelleyecek şekilde gerçekleştirmek isteyen yönetim zihniyeti derli toplu ve çok boyutlu bir afet sakınım çalışmasını yapmaktan uzaktır. Söz konusu kanun ile mevzuat hamlesi yapılması yerine mevcut kanunlarda gerekli değişiklikler ve eklemelerle daha bütüncül ve diğer kanunları yok saymayan bir yol izlenmelidir. Aynı zamanda kentsel dönüşüm projelerinin uygulanması aşamasında "önüme gelen herşeyi ezer geçerim" mantığıyla hareket edildiğini de yetkililerin kamuoyuna verdikleri beyanatlarda maalesef görmekteyiz. Ülkemizde uzun yıllardır neredeyse olumlu yönde hiçbir köklü hamlenin yapılmamış olması da, büyük Van depreminin ardından hızla(!) yürürlüğe sokulan kanun da sadece göz boyama ve kamuoyunu bilinçli olarak yanlış yönlendirme stratejisinin bir parçasıdır. Çünkü ülkemizin ne bu denli etkin ve önemli fay hatlarının üzerinde bulunduğu yeni ortaya çıkmış bir gerçek, ne de vadilerde yapılaşmanın sel ve heyelan bakımından sakıncalı olduğu yeni anlaşılan bir durum, ne de sağlıksız yapılaşma ülkemizde yeni oluşmaya başlayan bir olgu. Tüm bunlar ışığında da harekete geçirilmeye çalışılan "kentsel dönüşüm" hamlesinin doğru şekilde uygulanacağına dair inancım maalesef yok denecek kadar az. Kentsel dönüşümü son dönemlerde dillerinden düşürmeyen yerel ve merkezi yönetim temsilcileri ne yazık ki ellerinde bulunan fırsatları çözüm odaklı kullanmama konusunda ısrarcı davranmaktadırlar. Bunun en net örneği de kentsel dönüşüm alanı ilanı ile meskun alanlarda yaşanan yıkım ve inşa süreçleri ile ortaya çıkarılan spekülatif değerlerdir, ilan edilen alanlarda mevcut sakinlerden ziyade yeni gelecek sakinlerin yaşamları şekillendirilmeye çalışılmakta, kiracılar ya da diğer hak sahibi vatandaşlarımızın hayatlarını idame ettirmelerine dair iyice üzerinde oturulup düşünülmüş çözüm yolları bir türlü kamuoyuna sunulamamaktadır.

Sonuç olarak hayatlarını yitiren vatandaşlarımız en fazla bir hafta ülke gündeminde kalmakta, ardından hem yaşanan afetler hem de can kayıplarımız hafızalardaki yerini kaybetmektedirler. Ateşler sadece düştükleri yerleri yakmakta, genel olarak kamuoyunun ilgisi maalesef yeni oluşan gündemlere kaymaktadır. Böyle olunca da oluşan gündeme göre çıkarılan "yasal mevzuatlar" çok iş yapıldığı algısını oluşturmakta yeterli olmaktadırlar. Hâlbuki uzun yıllardan bu yana ülkemizin kentleşme sürecinde afetlere karşı neredeyse hiçbir bilimsel çözüm üretilmemiştir. Yasal bir mevzuat ancak ülkenin çok büyük bir yıkım yaşamasının ardından yürürlüğe konulmuş, kaldı ki söz konusu kanunun da afetler başlığı altında sadece deprem odaklı sözde kentsel dönüşüm projelerinin hiçbir engel olmaksızın hayata geçirilmeleri için olduğu gayet açıktır. Mevcut yönetim anlayışı nedeniyle kentsel dönüşüm halen olması gerektiği gibi bir amaç olamamış, yapı stokunun iyileştirilmesi bahanesi ile bir araç olarak kullanılmaya devam edilmektedir. Tüm kentlerimiz sadece deprem değil tüm afetlerin yıkımlarını en aza indirgeyecek bütün önlemlerin alındığı şekilde sağlıklı olarak yenilenmeli ya da dönüştürülmelidir. Bu durum tartışmaya bile açılmaması gereken gerçekliktir. Ancak bugüne kadar yapıldığı şekilde gündem odaklı değil, sürdürülebilir ve çözüm odaklı projeler ve mevzuat uygulanmalıdır.