Ahvali Budur Mülk-İ İslamın: Yolsuzluk Operasyonu ve Din

 Kibir Kafdağlarında… “Ben!” deyince dünya titriyor ve ardından hemen gelecek cümleyi ezbere biliyoruz: “Siz kim oluyorsunuz?”. Bugün söylediğinin tam tersini yarın söyleme hakkına sahip. İlke, tutarlılık, vicdan “getirebilecekleri oy oranında” makbul, gerisi boş iş. Devletimiz, memleketimiz gıdım gıdım elimizden kayıyor ama “illa da partim, illa da iktidarım” diyen bir zihniyet. Liderlikten diktatörlük çıkarmaya meyyal bir kişilik ve güce tapınmayı ibadet sayan bir güruh!

Böyle bir ortamda patladı “yolsuzluklar”… Kanalizasyonlara sığmadı günahlar; ayakkabı kutularına, daire içine dizilmiş para kasalarına, ayda 900 TL’ye çalışanlar ülkesinin “bakanının” koluna konan 70 bin dolarlık saatlere, dolu gidip boş çıkan çantalara, valizlere taştı kirlilik… Etrafında “temiz” kalanların “enayi ve saf” muamelesi gördüğü bir yiyiciler korosuna dönüştü “yürütmeciler”. Resim karanlık mı karanlık ama sığınılacak malzemeler de yok değil: “manidar”, “dış düşmanlar”, “komplo”… Efendi, senin “yürütmeci bakanın” “100 bir avroya” tav olacak tıynette ise bu günahlar dünyasında o bakanı satın alabilecek sonradan görme bezirgânlar ve “komplocular” her zaman bulunur… Altıncılara, sahaflara teslim edilmiş bir devlet onurunu madara edecekler Hint’ten gelir, İran’dan geliri, Şam’dan gelir, Erivan’dan gelir…

Özü şudur ki sözün, büyük bir yolsuzluk gayyasındadır iktidar. Nereden baksan bu böyle. Sadece Türkiye’de değil hem de. Dünyada yolsuzluk sıralamasında İslam toplulukları birinciliği kimseye kaptırmıyor. “Bey-tül mal, kul hakkı, haram söyleminden, kendi çelişkisinden beslenen bir yolsuzluk sarmalı bu. İmam Hatipler, ayetler, hadisler bile bu yolsuzluk sarmalının dolgu taşıdır sadece. Dinin söylediklerinin tamamen zıddını yaparken bile “dinciliği elden bırakmamak” bizim gibi ahlaken gayyaya batmış toplulukların parçalanmış ruhsal ve zihinsel kişiliklerinin tezahürü olsa gerek. Mülk-i İslam yüzyıllardır yaşadığı hikâyeyi yeniden üretmekte ne kadar da mahir? Yolsuzluk, vicdansızlık, değersizlik, yoksulluk, kan, geri kalmışlık, diktatörlük, yalakalık, rüşvet, güce tapınma ve elbette adaletsizlik. Bunlar Mülk-i İslam üzerine giydirilmiş “yeni bir dinin” yeni  ritüelleridir.

Durum böyle olunca, her tespit can acıtıcı oluyor. Mesela, bu topraklarda “İslam kardeşliği” bir “menfaat birliği” söyleminden öte bir derinliğe sahip değildir. Kardeşlik ile kalleşlik yapışık ikizlerdir. Menfaatler çatıştığında aktan karaya geçmek saniyelik iştir. Dünkü birliktelikler üzerinden “vefa” beklemek çocuksu bir saflıktır. Menfaat, vefayı ve değerleri ayakaltına almak için büyük bir sebeptir.  Yolsuzluk operasyonu öncesinde menfaat uyumu söz konusu iken “ne istediler de ben vermedim ki?” diye soran başbakan “çete-virüs-haşhaşı” benzetmeleri ile “İslam kardeşliğinin” sadece ve sadece iktidar ve güç menfaatdaşlığı ile anlam bulduğunu da ikrar etmiş oluyor. Bu kardeşlik bir “ülkü” birlikteliği değildir. Gücü elde edene kadar kardeş olanların gücü paylaşma konusunda ne denli hasis ve sınır tanımaz olduklarını da ortaya koyuyor bu durum.

Bir diğer tespit ise ilkesizliktir. İlke ve tutarlılık “İslamcı vicdanları” terk edeli çok olmuştur. “Parçalanmış kişilikler ve zihniyet” eş zamanlı olarak liberal, Batıcı, muhafazakar, İslamcı hâsılı günü kurtarabilecek ne varsa “ocu” olabilmektedir. Bir ay önce “Ülkücüler Fatiha bilmez, bozkurtlar hayvandır” diye gırtlak patlatan bu ilkesizlik; Gezi olaylarında sıkıştığında Ankara mitinginde en ön sırayı “MHP’li, Ülkücü kardeşlerine” vermekten gurur duyacak bir garabet ve tutarsızlık resmi çiziyordu. Bunların çizdiği her resim böyle gariptir.

Bir diğer husus ise “Allah” ile ilgilidir. Dilim varmadığı için müsaadenizle “tanrı” diyeceğim. Yolsuzluk üzerinden yapılan tartışmalar da tanrı, sanki bir tarafın “özelleştirilmiş tanrısı” düzeyine indirgenmiştir. Bu Hz. Ömer’in “helvadan put yapardık, ibadet ederdik, sonra da yerdik” benzeri bir hazin durumdur. Yolsuzluk yapanlar, bu durumu ortaya çıkaranlara “Onların bize zulmediyorlar ama bizim de Allahımız var” ile mukabelede bulunuyorlar. Allah hepimizin Allahı oysa. Bir partinin, bir iktidarın, bir grubun, bir cemaatin değil. Kaldı ki söz konusu “yolsuzluk” olduğunda Allah ile kurulacak ilişki cezanı çekmek ve/veya tövbe etmektir. Allah yolsuzlukların üzerine örtülebilecek bir “perde” değildir. Allah kavramı, din, ayetler, hadisler sınır tanımayan güç ve iktidar hırsınız günübirlik tüketim malzemeleri değildir. Yeri geldiğinde “piyasaya” sürülecek mal değildir. İşinize geldikçe rakibinizi alt etmek adına kullanılabilecek kozlar değildir. Dinimizi, kitabımızı, ilkelerimizi, değerlerimizi rahat bırakın. Uhrevi kavramları dünyevi hesaplaşmanıza kurban etmeyin!

İlke ve değerden bu denli yoksun bir “zihniyetin” “hukuk” konusunda bir bilinç inşa etmesini beklemek zaten abestir. “Oğlum böyle bir şey yapmışsa evlatlıktan reddederim” diye kısık sesle bir cümle kurarken bile zat-ı muhteremin aklına şunu demek gelmiyor: “Oğlum yolsuzluk yapmışsa mahkemeler gereğini yapar, ama bu yetmez ben de evlatlıktan reddederim.” Çünkü bu ülkede hukuk da tıpkı dini kavramlar gibi “kişisel duruma göre” değerlendirilebilecek bir aygıttır. Evet, sadece bir aygıttır. Ve bu aygıt, adaletin değil, garabetin hizmetindedir. Başkalarına haksızlık yapılırken “durun bir mahkemelerin sonucunu görelim” deyip efelenenler, ayakkabı kutusunu, para sayma makinesini, dahi “dini” bir kılıfa sokmanın hokkabazlığının peşindeler. Ortada din adına fetva vermeye meraklı ve hatta prof. unvanlı “fetva”bazlar da bolca dolaşır puslu günlerde. Rüşvete bile “caizdür!” derler. Zira bunların fetvalarının dayanakları İslam değil, Emevi dinidir. Bütün kutsalları, ilkeleri, değerleri iktidarın ve gücün ayakları altına seren bir dindir bu; bu İslam değil!

“Örgüt, paralel devlet, referandumda yanlış yaptık, komplo, dış güçler, önümüzü kesmek istiyorlar, Ordumuza operasyon yapılmasına sessiz kaldık, Ergenekon ve Balyoz yargılamalarında haksızlıklar oldu, yargımızı ele geçirdiler, emniyet teşkilatımızı ele geçirdiler, ekonomimize operasyon yapılıyor…” Hükümetin son bir ayda ağlama duvarına döktüğü pişmanlık gözyaşlarından mırıltıların bir kısmını sıraladım. Peki, ey “balkanların ve ortadoğunun en büyük lideri(!), dünyanın görüp görebileceği en büyük sultan? Bütün bunlar olurken bu memleketi kim yönetiyordu? Madem devleti birileri ele geçirmiş, sen bu arada “yürütme” olarak neler yapıyordun? Devleti birilerine teslim etmiş olmanın hesabı sadece sandıkta değil, mahkemelerde de verilmeli değil mi? Benimkisi boş laf, beyhude bir beklenti… Algı bile yönetemiyoruz ki…

Şimdi, sözün sonu kendimize… Biliyorum, bizimkisi de iş işte! Ortada “insanlığın zerresi” kalmamış, biz ise İslamlığı arıyoruz. Ortada vicdan, ahlak kalmamış biz “ilke ve değer” peşindeyiz. Ortada “devlet” kalmamış, biz ise hukuk, adalet peşindeyiz. Sabahat Tuncel mecliste, Engin Alan hapiste! Başka söze ne hacet? Bittiğimizin, tükendiğimizin resmidir gözümüzün önündeki. Lakin milletler ülkücülerine en çok da böyle zamanlarda ihtiyaç duyarlar. Zamanıdır. Neredesiniz Ülküdaşlar? Adalet, ahlak, vicdan, millet, devlet adına ve aşkına sesimizi en güründen çıkarmanın; fikrimizi en durusundan beyan etmenin; eylemimizi en fedakarcasından milletin hizmetine amade ettiğimizi ortaya koymanın tam zamanı değil mi?