Saadet(ler) Gitmeye ve Bitmeye Mecbur mu?

Sultan Vahdettin İle İlgili Yapılan Tartışmaların Düşündürdükleri!

            İnsan ruhunun  en az tahammül edebildiği şey – belki daha ötesi olmadığı, kendimize mühlet veremeden yaşamaya mecbur olduğumuz için olacak- saadettir.Çok zaman ıstırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataktan kurtulmaya çalışır gibi ondan sıyrılmaya çalışırız.Ne yazık ki çoğu zaman da saadeti sanki bir yük gibi taşır ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririz. Hapishanelere bakın, mahkeme zabıtlarını, günün olanını bitenini ince satırlarla bir köşeye kaydeden gazete koleksiyonlarını karıştırın, daima bir gün kendi saadet yükünü taşımaktan bıktığı için bir tarafa atıvermiş biçareleri görürsünüz. Kim bilir belki de tüm saadetler Sait Faik’in dediği gibi; kıskanılmıştır...Üstad Yahya Kemal;

            Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları

            Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.

derken acaba ufku az önce aşan saadet rüzgarını mı kast ediyordu? Ne olursa olsun her şey gibi saadette elimizden bir kuş gibi uçup gidiyor çoğu zaman. Belki de gitmesini en çok biz istiyoruz. Saadet gittikten sonra, saadetli günlerle ilgili konuşma adına bu kadar hazin bir tecrübe gerekli mi? Çoğunlukla gidenin ardından uzun uzun bakılır ve bir damla yaş gelip en mahrem yerinize-kalbimize- bir bıçak misali saplanır kalır.

            Nedense bilinen şeyden istenen şeye doğru hayal kurarız. Yaşamımıza, çevremize, yakınlarımıza çoğu zaman böyle yaklaşırız. Bununla da yetinmez sosyal konulara da bu gözle bakarız. Örneğin tarihi hep istediğimiz gibi, hayal ettiğimiz gibi, günümüz şartlarıyla yargılar ve hatta çoğu zaman dar ağacında sallandırırız. Bu örneği en son, Sultan Vahdettin ile ilgili tartışmalarda yaşadık. Yaşamın sonlarına gelmiş yakın tarihimizin iki siyasetçisinin tartışmaları ve onların peşine takılıp giden onlarca kişi...

            Oysaki asıl tartışmamız gereken şeyleri bir türlü konuşmuyoruz. Öncelikle, bu toplumun yaratıcı vasıflarını tekrar kazanması gerekiyor. Gerçi bu durumda bile hayatı serbest bırakmanın sakıncaları olacaktır. Eski her zaman yanı başımızda duruyor. Bir yığın yarı ölü şekiller hayata müdahaleye hazır bekliyor. Diğer taraftan Batı ile münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor. Halbuki su değiliz; insan cemaatiyiz; ve bir nehre katılmıyoruz, bir medeniyeti kültürüyle benimsemeye çalışıyoruz(?) Onun için kendimize özgü bir kimliğimizin olması gerekiyor. Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz. Sanatımızda, eğlencemizde, ahlakımızda, davranışlarımızda daima bir ikilikle karşılaşıyoruz. Yüzeyde yaşarken mutlu oluyoruz. Tıpkı saadet elimizdeyken önemsemediğimiz gibi...Oysaki derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik başlıyor. Hiçbir toplum, millet hedefsiz/idealsiz olmaz. Bizde hedeflerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Saadet kapıdan çıkmadan onu bağrımıza basmalıyız. Çünkü bizim diğer milletlerden daha şuurlu ve iradeli olma gibi bir mecburiyetimiz var. Muvazaalar her zaman tehlikeli olmuştur. Bugüne getirdikleri kolaylığı yarın çıkaracakları imkansızlıklarla bize ödetebilirler. Bu nedenle, bireysel ve toplumsal hedeflerdeki muvazaalar artık bir kenara bırakılmalı, dünle barışarak yarının büyük hayallerini kurmalıyız. Hem neden dünle sorunumuz olsun ki? Dünün kime ne zararı var? Hangi toplum kökünden kopmuş? Bırakın bir toplumu; geçmişi olmayan bir bireyin bile ayakta kalma şansı var mı? Neden saadetlerimiz elimizin tersiyle bu kadar ısrarla iteriz? Anlamak için ağzımla kuş tutmam gerekiyorsa, her hal anlamayacağım...

            Yapılacak en öncelikli şeylerden birisi insanı birleştirmek. İnsanlarımızın arasında hayat standardı farklı olabilir, kariyer farklılıkları olabilir, algılama farklılıkları olabilir; ama ne olursa olsun önce insanı birleştirmek durumundayız. Aralarında ayrı ayrı hayat standardı olabilir; fakat hepsi aynı hayatın ihtiyaçlarını duymalıdır. Hayat standartları ya da kariyer farklılıkları bizi birbirimizden ayırmamalıdır. Farklılaşan insanlardan birisi eski bir medeniyetin timsali, öbürü yeni medeniyetin henüz taşınmamış kiracısı olmamalıdır. Mutlaka bir kaynaşma gerekiyor. Bu kaynaşmaya her bir kimse en yakınından başlamalı...Sonra, geçmiş ile alakamızı yeni baştan kurmalıyız. Bunun için çok çalışmalıyız. Geçmişi ihmal ve hatta inkar edersek hayatımızda yabancı bir madde gibi bizi devamlı rahatsız eder. Geçmişimiz, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam  fikrine insan olarak her zaman muhtacız. Kaldı ki  biz dün doğmadık, en gerçek realite budur.

            Hakikaten garip bir dönemden geçiyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Zihnimiz bin bir türlü mukayeselerle dolu. İsmail Dede Efendiyi Wagner olmadığı için, Yunus Emre’yi Verlaine, Baki’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde dünyanın en iyi giyinmiş bir milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafyamız, kültürümüz, daha bir çok şey bizden yeni yaklaşımlar,açılımlar beklerken; biz başka hayali toplumsal projelerin peşine düşüyoruz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz. Onun içinde çağdaş olmak adına; Sultan Vahdettin’e hain dediğimiz gibi tüm eski değerleri yok farz ediyoruz. Bilerek saadetlerimizi bir bir uçuruma gönderiyoruz. “At kalbini girdaba, açıl engine ruh ol” diyenlere köle sadakati ile dediklerini yerine getiriyoruz.

Diğer taraftan, çağdaş ve batılı görünme adına; Bir Aziz Dede, bir Zekai Dede, bir İsmail Dede(Sermüezzin), bir Hafız Post, bir Itri, bir Sadullah Ağa, bir Basmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir Murat Ağa hülasa bizim bir tarafımızı, belki de en zengin his tarafımızı yapan bu zatları; nasıl olurda Beethoven’den, Wagner’den ya da bir Borodin’den aşağı tutarız? Bu nasıl yapılır? Onlar bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı seven insanlardı. Hiçbir zaman nefislerinin azdırıcı seferlerine teslim olmamış yiğitlerdi onlar. Onlar ki, bir medeniyetin gülen yüzleriydi. Saf bir idealin etrafında, içlerindeki hayatın henüz uyanmış mahmur günlerinde yığın yığın baharlar açmakla kalmışlardı. Sanatlarını bir benliğin ortaya çıkması adına değil, büyük bütünde kaybolmanın yolu olarak kurgulamışlardır.

Bugün iki sevgilinin bile birbirini olduğu kabul etmediği, kafalarında belirledikleri insan şablonunun ruhu  ile bir arada oldukları, içtenliğin yerini fiziksel ve maddesel tatminin aldığı bir dönemde, gerçekten; “hayır Sultan Vahdettin hain değildi, her tarihsel olayları şartlarında değerlendirmek gerekir, biz şanlı bir mazinin mirasçılarıyız.” demeniz, suya yazı yazmak gibi bir şey oluyor ne yazı ki...

            Artık mazimizi bu kadar rencide ettiğimiz yeter. İnsanların en önemli müşterekleri mazileridir. İki insanın bile iyi dost olması için geçmişlerinin derin olması gerekir. Biz akşamın kızıllığında omuzunda azığıyla giden saadet muayyilesinin arkasından uzun uzun bakmak yerine onunla barışmalı ve gitmesine izin vermemeliyiz. Çünkü bizim mazimiz, en büyük saadetimizdir. Lütfen onu bırakmayalım ve o gelmese de biz ona gidelim.

            Dede Efendi’nin Ferahfezası’nın esintisi yüreklerinizin dallarına bir kuş gibi konsun, huzur ve saadet sizinle olsun...