Peygamberimiz ne güzel de söylemiş: "Aklı olmayanın dini yoktur" diye... Türk yönetim geleneğinde akla önem ve öncelik verilmiş, aklın yol göstericiliğinde toplum ve devlet hayatı dizayn edilmiştir. Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılarda akıl her zaman önemsenmiş, toplumsal müşterek akıl toplumun geleceğini şekillendirmiştir. Özellikle Türk devletlerinin karşı karşıya olduğu sorunların hepsi müşterek akılla bertaraf edilmiş, birlikte yaşama iradesi her ne pahasına olursa olsun hayata geçirilmiştir. Nitekim Türk devletlerinin bekasına, bütünlüğüne yönelik var olan tehditler sonuçsuz kalmış; Türk milletinin muhatap olduğu tehlikeler, toplumun ortak aklıyla aşılmıştır. Yaşadığımız zamanda ise akla, aklın mantıklı çözüm ortaya koymasına çok ihtiyaç bulunduğu bir gerçektir.
Türk toplumsal ahlakının ve birlik duygusunun sorgulandığı, alaşağı edilmeye uğraşıldığı, müşterek aklın ölüme terk edildiği yaman çelişkiler içeren garip bir dönemden geçilmektedir! Böyle bir dönemde inançlarda başlayan tartışma, etnik kimliklerin farklılığı üzerine taşınarak; binlerce yıldır bir arada yaşama iradesinin zayıflamasına neden olunmuştur.
Türk devletinin anlı şanlı tarihinde ve bugününde ismi zikredilmesi gereken birçok büyüğü varken; Leyla Zana isimli sabıkalı bir bölücü; Nevruz kutlamalarında, konuşma yaptığı kürsüden isimlerini bile zikretmeye gerek duymadığım kişileri anarak, hitap ettiği topluluğa o kişilerin isimlerini kanaat lideri ve toplumsal önder olarak sunmaya çalışmıştır. Bununla birlikte otuz bin canın katili terörist başına nasıl hitap edilip, nasıl davranılacağı tartışıla dursun; bu konuşmalar sonucunda şehitlerimizin kemikleri, gazilerimizin yürekleri her gün biraz daha fazla sızlamakta, müşterek akıl çözüm ve değer üretmekten hızla uzaklaşmaktadır.
Kutsal Vatanımıza yapılan hain saldırıların uygulayıcısı olan teröristlerin toplumsal sicillerinin düzeltilip temizlenmeye çalışılmasının son kertesinde tehlikeli bir plan bulunduğu açıktır. Artık mesele terör zemininden çıkmış, siyasal bir kimlik kazanmak üzeredir. Yıllardan beri sadece bir güvenlik meselesi olarak algılanan bölücü terör; artık varlığını siyasal ve sosyal hayatta devam ettirmek istemektedir! Bu süreçte bölücüler cesaretlendirilmiş, bölücülüğe mugayir hareket edenlerin tavır ve davranışları caydırılmış; bu kişiler kendilerini sorgular hale gelmiş bulunmaktadır.
Düne kadar kırmızı pasaport verilip, yönlendirilerek kontrol altında tutulan aşiret liderleri; bugün misakı milli sınırları içinde nüfus bölgeleri oluşturma gayreti içine girmişlerdir. Artık aşiret liderleri, bölücü başı ile birlikte anılmakta; kendilerinin rehberliğinden, önderliğinden bahsedilmektedir! Dağlarda ki şehit kanı soğumadan, şehidin toprağının üzerindeki gülün suyu kurumadan; sokaklarımız bölücülere, bilinçlerimiz kimliksizlere, emanetlerimiz hıyanetlere teslim edilmek üzeredir! Yaşanılan tartışmalara bakıldığında her anlamda birlikte yaşama anlayışının irtifa kaybettiği görülecektir. Sosyal ve siyasal yaşamdaki seviye düşüklüğü; artık Türk medeniyetinin varlığının tartışılmasına sebep olmaktadır. Kavramlara ve değerlere yönelik tahammülsüzlük, dar kadroculuk, benden, senden ayrımın keskinleşmesi, her açıdan sorunların çeşitliliğini arttırmakta, çözümsüzlüğün tüm faktörlerini zihinlere dayatmaktadır.
Diyarbakır'dan; Irak'a ve İmralı'ya mesaj ve selam gönderen Leyla Zana ve ihanet korosu artık gemi azıya almış bulunmaktadır. Ancak başta Mehmet Ali Birand ve Mümtazer Türköne olmak üzere; birçok gazeteci ve yazar bu yılki Nevruz kutlamalarının olaysız geçmesini, meydanlarda bulunan kalabalığın siyasi temsilcisinin başarısı olarak takdim etmişler, PKK'nın etkisinin kaybolmaya başladığını belirtmişlerdir. Oysaki yukarıda da ifade edildiği gibi, mesele artık siyasal bir kimliğe bürünmek üzeredir. Zira terör örgütünün amacı da bu değil midir? Terör artık; bağımsızlık savaşı vermiş, Cumhuriyeti ilan etmiş, Polatlı'dan top seslerini dinlemiş olan TBMM'nde temsil edilmek istemektedir. Bütün strateji ve yöntemler; bu durumun gerçekleşmesi için seferber edilmiş gibidir. Diğer taraftan İstanbul'da kenar semtlerdeki terör faaliyetleri her geçen gün artmakta, belediye otobüsleri yakılmakta, çiçekler çiğnenmekte, Türk milletinin vicdanı hançerlenmektedir. Ama her nedense bu anlatılanlardan yukarıda sözü edilen kişilerin rahatsızlık duymadıkları anlaşılmaktadır!
Öte yandan yine bazı gazeteciler, kimi terör faillerinin geçmişini hiç bilmiyormuş gibi, onları temize çıkarma, sicillerini aklama gayret ve çabasına girmişlerdir. Bölücü faaliyetleri, dava mertebesine kadar taşıyan bu kişilerin, kutsal kavramlara yaslanarak ömür geçirmeleri de tartışılması gereken ayrı bir konudur. Örneğin Ahmet Hakan Leyla Zana ile ilgili ilginç bir değerlendirme yapmıştır: "...Bir dava (ne davası ise) uğruna hapis yatanlara karşı saygım vardır. Hele o hapis yatan kişi, Meclis'te görüşlerini açıkladığı için bir gecede dokunulmazlığı kaldırılıp, apar topar kodese tıkılan bir milletvekili ise... Hele o hapis yatan kişi, feodal yapı içinden sıyrılıp gelmiş bir kadın ise... Evet, işte bunlar nedeniyle Leyla Zana'ya hep saygı duydum. Artık bu saygımı kaybetmiş bulunmaktayım. Çünkü Leyla Zana ilk kez açıkça silahlı terör örgütünün lideri için ‘rehberimizdir' demiştir"(Hürriyet, 23.03.2007) Hayret! Leyla Zana bu ve benzeri ifadeleri her zaman kullanmadı mı? Bu tevil nedendir? Kaldı ki, "rehberimiz" ifadesine karşı çıkan Ahmet Hakan, acaba bu zamana kadar Leyla Zana'nın rehberinin kim olduğunu sanıyordu? Bölücü ve yıkıcı faaliyetlerinden dolayı içeri tıkılan Leyla Zana'nın, geçmişteki söz ve eylemleri nasıl olurda kutsal bir içeriği olan ‘dava' kavramıyla ilişkilendirilir! Eğer böyleyse dava adamlarını, mesela rahmetli Önkuzu'yu yada Pehlivanoğlu'nu, vatan için şehit olmuş nice yiğitleri dava insanı olarak nasıl ifade edeceğiz?
Eğer Ahmet Hakan'ın; Leyla Zana'nın Nevruz'da yaptığı konuşmadan dolayı saygısı azaldıysa, ki öyle anlaşılıyor, Ahmet Hakan bulunduğu konumu, düşüncesini tekrar değerlendirmesinde mutlak fayda vardır. Ahmet Hakan'ın Hülya Avşar, İclal Aydın ve benzerleri ile olan tartışmaları hatırlandığında bu ifadelerine aslında şaşırmak gerekir!
Öte yandan Diyarbakır'da Nevruz Tertip Komitesi'nin hazırladığı davetiyelerde; ‘v' harfi yerine 'w' kullanılmasını Valilik haklı olarak kabul etmemiş, müracaatı geri çevirmiştir. Fehmi Koru ise konu ile ilgili olarak; "baharın tadını çıkaralım, hep birlikte..." isimli makalesinde, bir harfin ne önemi var ki? Diyebiliyor! (Yeni Şafak, 22.03.2007) O zaman, başörtüsünün ne önemi var ki Sayın Koru! Dilin ne önemi var ki! Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kullandığı alfabede "w" harfi var mı? Bugün alfabeden verilen bir taviz, bir zaman sonra topraktan tavizi beraberinde getirmesin? Madem bir harfin önemi yok, o halde Nevruz Tertip Komitesi her yıl neden ısrarla "w" harfini kullanıyor? Bu durumu neden sorgulamadınız Sayın Koru?
Türk milleti geldiği aşamada son derece yalnız, kendisine ait olmaktan gurur duyanlar haricinde yönelen tehditleri karşılayanlar açısından zayıf durumdadır. Geçtiğimiz günlerde Çanakkale Zaferi'nin 92.yıldönümünü kutladık. Türk milletine ve bağımsızlığına duyulan büyük aşk, Çanakkale Zaferini meydana getirdi. Bu aşk milliyetçilikle bütünleşti. Buna rağmen Eser Karakaş gibileri de bugün milliyetçiliği terminatörlük ya da canavarlıkla özdeşleştirme cüretini gösterebiliyor! (Zaman,21.03.2007) Böyle bir düşünce ve toplum yapısı içinde Leyla Zana, terörist başına rehber sıfatını yakıştırması daha kolay olmaktadır!
Türk milletinin müşterek akla her zamankinden daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır. Müşterek akıl birlikte yaşama idealini tazeleyerek kuvvetlendirecektir. Müşterek aklın hakim olduğu bir yapıda uzlaşma, ortak değerlerde bir araya gelme daha kolay bir hale gelecektir. Müşterek aklın ve sağduyunun hakim olduğu sosyal, siyasal bir ortamda Leyla Zana ve benzerleri toplumsal taban bulamayacak, Türk milleti tehdit ve tehlikeler karşısında ki soğukkanlı yapısını koruyarak, gerekli karşılığı mutlaka değer merkezli olarak üretecektir...
- - - -